Yazarı: WILLIAM SAROYAN
Orijinal adı: LITTLE CHILDREN
Çeviren: TARIK DURSUN K.
Yayınevi: CEM YAYINEVİ
Yayın Yılı: 1967
Sayfa Sayısı: 157
Daha önce bir yazımda koyduğum bir resim dolayısıyla ilk defa adını duymuştum. Sevgili Asu bahsetmişti yorumunda. Ki kendisi de sitesinde şu yazısında konu edip yazmış zaten. Önce sadece Gaston adlı hikayesini internette bulup okudum ki yazının devamında iki dilde okuyabilirsiniz. Sonra kitabı aramaya başladım , ama bu epey zor bir arayıştı. Sadece ikinci elde ve sahaflarda bulabileceğiniz bir kitap kendisi. Sonunda buldum ama nasıl buldum. Kitabın tümünü PDF formatında indirebildiğim bir site buldum ve kitap şu anda bilgisayarımda okunmayı bekliyor. Siz buyrun aşağıda "Gaston" ile ilgili okumaya, ben de gözlüklerimi takıp, laptopumu kucağıma alıp yatağımda kitabın tümünü okumaya gidiyorum.
Bu da kitaptan çevirenin önsözünden:
Kitabında yer alan bütün hikâyelerinde, Saroyan, bizim de bir süreler yaşadığımız bir çağı, çocukluğumuzun şimdi artık erişilmez bir düş gibi uzakta kalan o 'altın çağ'ını anlatıyordu. Hikâyelerin bütün kahramanları çocuklardır. Saroyan, herşeyi çocukların gözünden görür, çocukların ağzından anlatır. Sürekli olarak iki dünya, büyüklerin dünyası ile çocukların dünyası çatışır, çelişir burda. O hikâyeleri yaşayan çocuklar; büyümek, büyüklerin o günlerde onlara özlemli gelen dünyalarına girmek, erişmek isterler; büyükler de o geri dönülmez 'altın çağ'ın dünyasına yeniden geri dönmeyi, yeniden o günlerini yaşamayı düşlerler. İkisi de gerçekleşmez tabiî. Herkes sırasını savacak, herkes hayatının 'altın çağ'ını yaşayacaktır. Geriye kala kala bir o günlerin anılı hikâyelerini yazmak, bir de 'altın çağ'ı yaşarmış gibi okumak kalır. Saroyan işte bunu yapandır."
Tarık Dursun K.
Bu da kitaptan çevirenin önsözünden:
Kitabında yer alan bütün hikâyelerinde, Saroyan, bizim de bir süreler yaşadığımız bir çağı, çocukluğumuzun şimdi artık erişilmez bir düş gibi uzakta kalan o 'altın çağ'ını anlatıyordu. Hikâyelerin bütün kahramanları çocuklardır. Saroyan, herşeyi çocukların gözünden görür, çocukların ağzından anlatır. Sürekli olarak iki dünya, büyüklerin dünyası ile çocukların dünyası çatışır, çelişir burda. O hikâyeleri yaşayan çocuklar; büyümek, büyüklerin o günlerde onlara özlemli gelen dünyalarına girmek, erişmek isterler; büyükler de o geri dönülmez 'altın çağ'ın dünyasına yeniden geri dönmeyi, yeniden o günlerini yaşamayı düşlerler. İkisi de gerçekleşmez tabiî. Herkes sırasını savacak, herkes hayatının 'altın çağ'ını yaşayacaktır. Geriye kala kala bir o günlerin anılı hikâyelerini yazmak, bir de 'altın çağ'ı yaşarmış gibi okumak kalır. Saroyan işte bunu yapandır."
Tarık Dursun K.
Türkçe çevirisi:
Kızın kısa süren uykusundan sonra, planlarına göre, şeftali yiyeceklerdi ve şimdi kız kendisine bütünüyle yabancı görünen, ama aslında babası olan adamın karşısında oturuyordu. Yeniden bir araya geleli (gerçi daha önceki bir araya gelişlerini pek anımsamıyordu ya) bir yüzyıl olmuştu, ya da yoksa yalnızca evvelsi gün mü görüşmüşlerdi en son? Her ne olursa olsun, yeniden birlikteydiler işte ve adam bayağı komikti. Her şeyden önce, kızın şimdiye dek gördüğü en büyük bıyığa sahipti, her ne kadar gözüne bıyık gibi görünmese de; onun için burnunun altındaki ve ağız uçlarının kenarlarındaki bir yığın kahverengi ve kızıl kıldan ibaretti. İkinci olarak, gömlek ve kravatı yerine mavi ve beyaz çizgili bir gömlek giymişti, ve ceketi de yoktu. Kolları da aynı kıllarla kaplıydı, yalnız bunların rengi daha açıktı ve daha inceydiler. Mavi, bol bir pantolonu vardı, ama ayakkabıları ya da çorapları yoktu. Yalınayaktı ve, elbette ki, kız da öyleydi.
Adam evindeydi. Kız adamın Paris'teki evinde onunla birlikteydi, oraya ev denebilirse tabii. Adam epey yaşlıydı, hele genç bir adamla kıyaslanınca -otuz altı, demişti kıza; çok sıcak bir ağustos öğle sonrasında uykudan yeni uyanmış kız ise yalnızca altı yaşındaydı.
O sabah, civarda ufak bir gezinti yaparlarken, kız küçük bir dükkânın önünde duran bir kasa şeftaliyi görmüş ve onlara bakmak için durmuş, adam da bir kilo satın almıştı.
Şimdi, şeftaliler oturdukları oyun masasının üzerinde, geniş bir tabağın içindeydiler.
Yedi taneydiler, ama biri kusurluydu. Görünüşü diğerleri kadar iyiydi, neredeyse bir tenis topu büyüklüğündeydi ve rengi açık yeşile çalan tatlı bir kızıldı, ama sapın olması gereken yerde şimdi çekirdeğin kalbine kadar inen bir yarık vardı.
Adam en büyük ve en iri görünüşlü şeftaliyi kızın önündeki tabağa koydu ve sonra kusurlu şeftaliyi alıp soymaya başladı. Yarıya kadar soyduktan sonra o kısmı yedi, ikisi de suskundu, ikisi de yalnızca oradaydı, ve heyecanlı filan değillerdi -planları yoktu yani.
Adam yarısı yenmiş şeftaliyi parmaklarının arasında tuttu ve oyuğa, açık çekirdeğe baktı. Kız da baktı.
Bakınırlarken oyukta iki duyarga belirdi. Hemen sonra ortaya çıkan, topuza benzer kahverengi bir başa bağlıydılar; başın ardından iki koca bacak oyuğun kenarına sıkıca tutundu ve yaratığın gövdesinin bir kısmını çekirdeğin dışına çıkardı; yaratık orada bir an duraksadı, etrafına bakınırcasına.
Adam çekirdek sakinini inceledi, ve tabii ki kız da.
Yaratık yalnızca saniyenin onda biri kadar duraladı ve sonra çekirdekten çıkmayı, şeftalinin yenmiş tarafından aşağı inip gitmekte olduğu yer her neresiyse oraya gitmeyi sürdürdü.
Kız böyle bir şeyi hiç görmemişti -kahverengi renkten, tokmak bir kafadan, duyargalardan ve bir sürü bacaktan ibaret koca bir yaratık. Epey de hareketliydi üstelik. Hani "işini bilir" türdendi neredeyse. Adam şeftaliyi yeniden tabağa koydu. Yaratık şeftaliden tabağın beyaz yüzeyine indi. Orada düşünceli bir tavırla durdu.
"Kim bu?" dedi kız.
"Gaston."
"Nerede yaşıyor?"
"Şey, bu şeftalinin çekirdeğinin içinde yaşıyordu, ama bu şeftali toplanıp satıldığına ve ben de yarısını yediğime göre, görünüşe bakılırsa yersiz yurtsuz kaldı."
"Onu ezmeyecek misin?"
"Hayır, elbette ezmeyeceğim, bunu neden yapayım?"
"O bir böcek. O öğğ ."
"Hiç de değil. O görkemli bulvarcı Gaston."
"Bir elmadan böcek çıkınca herkes bağırır, ama senin bağırdığın filan yok."
"Elbette yok. Evimizden dışarı her çıkışımızda birileri bağırsa hoşumuza gider miydi?"
"Niye yapsınlar ki bunu?"
"Kesinlikle. O halde bizim niye Gaston'a bağırmamız gerekiyor?"
"O bize benzemiyor."
"Şey, tam olarak değil, ama diğer pek çok şeftali çekirdeği sakinine benziyor. Şimdi zavallı evsiz kaldı ve işte, bütün o arı desenleri ve yakışıklı endamıyla öylece duruyor, gidecek hiçbir yeri olmadan."
"Yakışıklı mı?"
"Gaston türünün gördüğüm en yakışıklı örneklerinden biridir."
"Ne diyor?"
"Şey, biraz şaşkın. Şimdi, evinde her şey düzen içindeydi. Yatağı buradaydı, verandası da şurada, ve bunun gibi şeyler."
"Göster bana."
Adam şeftaliyi alarak Gaston'u beyaz tabakta bütünüyle yalnız bıraktı. İnce deriyi soyup şeftalinin kalanını da yedi.
"Bunu tanıdığım hiç kimse yapmazdı," dedi kız. "Şeftaliyi atarlardı."
"Onları anlamıyorum. Son derece tatlı bir şeftali oysa."
Çekirdeği açtı ve iki parçayı Gaston'dan fazla uzak olmayan bir yere yerleştirdi. Kız parçaları inceledi.
"Yaşadığı yer burası mı?"
"Yaşadığı yer burasıydı. Gaston şimdi dünyanın ortasında ve tek başına. Oradaki yaşamının ne kadar rahat olduğunu kendin de görebilirsin. Her şeyi vardı."
"Şimdi nesi var?"
"Korkarım pek fazla şeyi yok."
"Ne yapacak?"
"Biz ne yapacağız?"
"Şey, onu ezmeyeceğiz, bunu yapmayacağız işte," dedi kız.
"Ne yapacağız o halde?"
"Geri koysak?"
"Ah, o ev bitti."
"Şey, bizim evde yaşayamaz, öyle değil mi?"
"Mutlu olmaz."
"Yani bizim evde yaşayabilir mi?"
"Şey, en azından deneyebilir sanırım. Bir şeftali yemek istemez misin?"
"Eğer çekirdeğinde birileri olan bir şeftaliyse."
"Şey, bak bakalım tepesi delik bir şeftali bulabilecek misin, çünkü eğer bulursan, bu içinde birilerine rastlama şansın en yüksek olan şeftalidir."
Kız geniş tabaktaki şeftalilerden her birini teker teker inceledi.
"Hepsi kapalı," dedi.
"Haydi, birini ye o halde."
"Hayır. Ben senin yediğinden, çekirdeğinde birileri olandan istiyorum."
"Şey, doğruyu söylemek gerekirse, yediğim şeftali kusurlu bir şeftali sayıldığından dükkânlarda onun gibileri pek satılmaz. O da diğerlerinin arasına kazayla karışmıştı herhalde. Ve böylece Gaston şimdi yuvasız ve bizim yiyebilecek altı kusursuz şeftalimiz var."
"Ben kusursuz şeftalileri istemiyorum. İçi kalabalık bir şeftali istiyorum."
"Şey, çıkıp bir bakayım, belki bulurum."
"Ben nereye gideyim?"
"Benimle gel ya da burada kal, eğer istiyorsan. Dönmem yalnızca beş dakika sürer."
"Telefon çalarsa ne diyeyim?"
"Çalacağını sanmıyorum, ama çalarsa alo de ve kimin aradığını öğren."
"Eğer annemse ne diyeyim?"
"Ona sana kusurlu bir şeftali almaya gittiğimi ve bunun dışında söylemek istediğin her şeyi söyle."
"Eğer geri dönmemi isterse, ona ne diyeyim?"
"Eğer geri dönmeyi istiyorsan evet de."
"Dönmemi istiyor musun?"
"Elbette istemiyorum, ama önemli olan senin ne istediğin, benim değil."
"Niye önemli olan bu ?"
"Çünkü olmak istediğin yerde olmanı istiyorum."
"Ben burada olmak istiyorum."
"Hemen dönerim."
Çoraplarını ve ayakkabılarını giydi, sırtına bir ceket geçirdi ve dışarı çıktı.
Kız ne yapacağına karar vermeye çalışan Gaston'u izledi. Gaston tabağın içinde turladı, ama her şey ters gidiyordu ve Gaston ne yapması ya da nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu.
Telefon çaldı ve annesi onu alması için şoförünü gönderdiğini söyledi, çünkü birilerinin kızı için verilen ufak bir parti vardı, kız da altı yaşındaydı, ve yarın da uçakla New York'a geri döneceklerdi.
"Babanı ver de konuşayım," dedi.
"Babam bir şeftali almaya gitti."
"Bir şeftali mi?"
"İçi kalabalık bir şeftali."
"Babanla oturalı iki gün olmadı ve hemen onun gibi konuşmaya başladın."
"İçi kalabalık olan şeftaliler var. Biliyorum. Birinin dışarı çıktığını gördüm."
"Bir böcek mi?"
"Böcek değil. Gaston."
"Kim?"
"Gaston, görkemli bilmemne."
"Başkası olsa içi böcekli bir şeftaliyi hemen atar, ama o asla. Bu konuda bir sürü budalaca şey söyler."
"Bu budalaca değil."
"Tamam tamam, korkunç bir şeftali böceği için kızma bana."
"Gaston burada, kırık dökük evinin yanı başında ve sana kızgın değilim."
"Partide çok eğleneceksin."
"Tamam."
"New York'a uçarken de eğleneceğiz."
"Tamam."
"Babanı gördüğüne memnun musun?"
"Tabii memnunum."
"Komik biri mi?"
"Evet."
"Kaçık mı?"
"Evet. Yani hayır. Yalnızca, bir şeftali çekirdeğinden böcek filan çıktığında bağırmıyor. Onu dikkatle inceliyor. Ama sadece bir böcek, öyle değil mi?"
"Sadece bir böcek."
"Ve onu ezmemiz gerekiyor , öyle mi?"
"Kesinlikle. Seni görmek için sabırsızlanıyorum tatlım. Bu iki gün iki yıl gibi geldi bana. Hoşça kal."
Kız tabaktaki Gaston'u izledi ve onu gerçekten sevmedi. Bütünüyle öğğ' den ibaretti, en başından beri. Artık evi de yoktu ve beyaz tabakta dolanıp duruyordu ve aptaldı ve hatalıydı ve gülünçtü ve işe yaramazdı ve bunların dışında pek çok şeydi. Biraz ağladı, ama yalnızca içinden, çünkü çok önceleri ağlamayı sevmediğine karar vermişti, çünkü ağlamaya bir kez başlayınca ağlanacak öyle çok şey varmış gibi görünüyordu ki durmakta çok zorlanıyordu, ve bu da hiç hoşuna gitmiyordu. Şeftali çekirdeğinin açık kabukları da hatalıydı. Temiz değildiler.
Adam bir kilo şeftali aldı, ama içinde hiç kusurlu şeftali bulamadı, böylece bir başka dükkândan bir kilo daha aldı ve bu kez şansı yaver gitti; iki tanesi kusurluydu. Dairesine koşturdu ve içeri girdi.
Kızı odasında, en iyi elbisesinin içindeydi.
"Annem aradı," dedi. "Ve beni alması için şoförünü gönderiyor, çünkü bir başka doğum günü partisi varmış."
"Bir başka?"
"Demek istediğim, New York'ta bunlardan her zaman bir süre vardır."
"Şoför seni geri getirecek mi?"
"Hayır. Yarın New York'a uçuyoruz."
"Oh."
"Evinde bulunmak hoşuma gitti."
"Evimde bulunman hoşuma gitti."
"Niye burada yaşıyorsun?"
"Burası benim evim."
"Hoş, ama bizim evimizden çok farklı."
"Evet, sanırım öyle."
"Gaston'un evi gibi."
"Gaston nerede?"
"Onu ezdim."
"Sahi mi? Niye?"
"Böcekleri ve solucanları herkes ezer."
"Oh. Şey. Sana bir şeftali buldum."
"Artık bir şeftali istemiyorum."
"Tamam."
Onu giydirdi, ve bavulunu hazırlarken şoför geldi. Kızı ve şoförüyle üç kat merdiven indi, ve sokakta tam kıza sarılacakken bunu yapmamanın daha iyi olacağına karar verdi. Bunun yerine el sıkıştılar, yabancılar gibi.
Koca arabanın uzaklaşmasını izledi, ve sonra her sabah kahve içtiği köşedeki yere gitti, kendini biraz da tabaktaki Gaston gibi hissettiğini düşünerek.
Türkçesi: Dost Körpe
*Düşler Öyküler; Sayı 1, Nisan 1996
Sayı: 25, Yayın tarihi: 10/05/2008
Kızın kısa süren uykusundan sonra, planlarına göre, şeftali yiyeceklerdi ve şimdi kız kendisine bütünüyle yabancı görünen, ama aslında babası olan adamın karşısında oturuyordu. Yeniden bir araya geleli (gerçi daha önceki bir araya gelişlerini pek anımsamıyordu ya) bir yüzyıl olmuştu, ya da yoksa yalnızca evvelsi gün mü görüşmüşlerdi en son? Her ne olursa olsun, yeniden birlikteydiler işte ve adam bayağı komikti. Her şeyden önce, kızın şimdiye dek gördüğü en büyük bıyığa sahipti, her ne kadar gözüne bıyık gibi görünmese de; onun için burnunun altındaki ve ağız uçlarının kenarlarındaki bir yığın kahverengi ve kızıl kıldan ibaretti. İkinci olarak, gömlek ve kravatı yerine mavi ve beyaz çizgili bir gömlek giymişti, ve ceketi de yoktu. Kolları da aynı kıllarla kaplıydı, yalnız bunların rengi daha açıktı ve daha inceydiler. Mavi, bol bir pantolonu vardı, ama ayakkabıları ya da çorapları yoktu. Yalınayaktı ve, elbette ki, kız da öyleydi.
Adam evindeydi. Kız adamın Paris'teki evinde onunla birlikteydi, oraya ev denebilirse tabii. Adam epey yaşlıydı, hele genç bir adamla kıyaslanınca -otuz altı, demişti kıza; çok sıcak bir ağustos öğle sonrasında uykudan yeni uyanmış kız ise yalnızca altı yaşındaydı.
O sabah, civarda ufak bir gezinti yaparlarken, kız küçük bir dükkânın önünde duran bir kasa şeftaliyi görmüş ve onlara bakmak için durmuş, adam da bir kilo satın almıştı.
Şimdi, şeftaliler oturdukları oyun masasının üzerinde, geniş bir tabağın içindeydiler.
Yedi taneydiler, ama biri kusurluydu. Görünüşü diğerleri kadar iyiydi, neredeyse bir tenis topu büyüklüğündeydi ve rengi açık yeşile çalan tatlı bir kızıldı, ama sapın olması gereken yerde şimdi çekirdeğin kalbine kadar inen bir yarık vardı.
Adam en büyük ve en iri görünüşlü şeftaliyi kızın önündeki tabağa koydu ve sonra kusurlu şeftaliyi alıp soymaya başladı. Yarıya kadar soyduktan sonra o kısmı yedi, ikisi de suskundu, ikisi de yalnızca oradaydı, ve heyecanlı filan değillerdi -planları yoktu yani.
Adam yarısı yenmiş şeftaliyi parmaklarının arasında tuttu ve oyuğa, açık çekirdeğe baktı. Kız da baktı.
Bakınırlarken oyukta iki duyarga belirdi. Hemen sonra ortaya çıkan, topuza benzer kahverengi bir başa bağlıydılar; başın ardından iki koca bacak oyuğun kenarına sıkıca tutundu ve yaratığın gövdesinin bir kısmını çekirdeğin dışına çıkardı; yaratık orada bir an duraksadı, etrafına bakınırcasına.
Adam çekirdek sakinini inceledi, ve tabii ki kız da.
Yaratık yalnızca saniyenin onda biri kadar duraladı ve sonra çekirdekten çıkmayı, şeftalinin yenmiş tarafından aşağı inip gitmekte olduğu yer her neresiyse oraya gitmeyi sürdürdü.
Kız böyle bir şeyi hiç görmemişti -kahverengi renkten, tokmak bir kafadan, duyargalardan ve bir sürü bacaktan ibaret koca bir yaratık. Epey de hareketliydi üstelik. Hani "işini bilir" türdendi neredeyse. Adam şeftaliyi yeniden tabağa koydu. Yaratık şeftaliden tabağın beyaz yüzeyine indi. Orada düşünceli bir tavırla durdu.
"Kim bu?" dedi kız.
"Gaston."
"Nerede yaşıyor?"
"Şey, bu şeftalinin çekirdeğinin içinde yaşıyordu, ama bu şeftali toplanıp satıldığına ve ben de yarısını yediğime göre, görünüşe bakılırsa yersiz yurtsuz kaldı."
"Onu ezmeyecek misin?"
"Hayır, elbette ezmeyeceğim, bunu neden yapayım?"
"O bir böcek. O öğğ ."
"Hiç de değil. O görkemli bulvarcı Gaston."
"Bir elmadan böcek çıkınca herkes bağırır, ama senin bağırdığın filan yok."
"Elbette yok. Evimizden dışarı her çıkışımızda birileri bağırsa hoşumuza gider miydi?"
"Niye yapsınlar ki bunu?"
"Kesinlikle. O halde bizim niye Gaston'a bağırmamız gerekiyor?"
"O bize benzemiyor."
"Şey, tam olarak değil, ama diğer pek çok şeftali çekirdeği sakinine benziyor. Şimdi zavallı evsiz kaldı ve işte, bütün o arı desenleri ve yakışıklı endamıyla öylece duruyor, gidecek hiçbir yeri olmadan."
"Yakışıklı mı?"
"Gaston türünün gördüğüm en yakışıklı örneklerinden biridir."
"Ne diyor?"
"Şey, biraz şaşkın. Şimdi, evinde her şey düzen içindeydi. Yatağı buradaydı, verandası da şurada, ve bunun gibi şeyler."
"Göster bana."
Adam şeftaliyi alarak Gaston'u beyaz tabakta bütünüyle yalnız bıraktı. İnce deriyi soyup şeftalinin kalanını da yedi.
"Bunu tanıdığım hiç kimse yapmazdı," dedi kız. "Şeftaliyi atarlardı."
"Onları anlamıyorum. Son derece tatlı bir şeftali oysa."
Çekirdeği açtı ve iki parçayı Gaston'dan fazla uzak olmayan bir yere yerleştirdi. Kız parçaları inceledi.
"Yaşadığı yer burası mı?"
"Yaşadığı yer burasıydı. Gaston şimdi dünyanın ortasında ve tek başına. Oradaki yaşamının ne kadar rahat olduğunu kendin de görebilirsin. Her şeyi vardı."
"Şimdi nesi var?"
"Korkarım pek fazla şeyi yok."
"Ne yapacak?"
"Biz ne yapacağız?"
"Şey, onu ezmeyeceğiz, bunu yapmayacağız işte," dedi kız.
"Ne yapacağız o halde?"
"Geri koysak?"
"Ah, o ev bitti."
"Şey, bizim evde yaşayamaz, öyle değil mi?"
"Mutlu olmaz."
"Yani bizim evde yaşayabilir mi?"
"Şey, en azından deneyebilir sanırım. Bir şeftali yemek istemez misin?"
"Eğer çekirdeğinde birileri olan bir şeftaliyse."
"Şey, bak bakalım tepesi delik bir şeftali bulabilecek misin, çünkü eğer bulursan, bu içinde birilerine rastlama şansın en yüksek olan şeftalidir."
Kız geniş tabaktaki şeftalilerden her birini teker teker inceledi.
"Hepsi kapalı," dedi.
"Haydi, birini ye o halde."
"Hayır. Ben senin yediğinden, çekirdeğinde birileri olandan istiyorum."
"Şey, doğruyu söylemek gerekirse, yediğim şeftali kusurlu bir şeftali sayıldığından dükkânlarda onun gibileri pek satılmaz. O da diğerlerinin arasına kazayla karışmıştı herhalde. Ve böylece Gaston şimdi yuvasız ve bizim yiyebilecek altı kusursuz şeftalimiz var."
"Ben kusursuz şeftalileri istemiyorum. İçi kalabalık bir şeftali istiyorum."
"Şey, çıkıp bir bakayım, belki bulurum."
"Ben nereye gideyim?"
"Benimle gel ya da burada kal, eğer istiyorsan. Dönmem yalnızca beş dakika sürer."
"Telefon çalarsa ne diyeyim?"
"Çalacağını sanmıyorum, ama çalarsa alo de ve kimin aradığını öğren."
"Eğer annemse ne diyeyim?"
"Ona sana kusurlu bir şeftali almaya gittiğimi ve bunun dışında söylemek istediğin her şeyi söyle."
"Eğer geri dönmemi isterse, ona ne diyeyim?"
"Eğer geri dönmeyi istiyorsan evet de."
"Dönmemi istiyor musun?"
"Elbette istemiyorum, ama önemli olan senin ne istediğin, benim değil."
"Niye önemli olan bu ?"
"Çünkü olmak istediğin yerde olmanı istiyorum."
"Ben burada olmak istiyorum."
"Hemen dönerim."
Çoraplarını ve ayakkabılarını giydi, sırtına bir ceket geçirdi ve dışarı çıktı.
Kız ne yapacağına karar vermeye çalışan Gaston'u izledi. Gaston tabağın içinde turladı, ama her şey ters gidiyordu ve Gaston ne yapması ya da nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu.
Telefon çaldı ve annesi onu alması için şoförünü gönderdiğini söyledi, çünkü birilerinin kızı için verilen ufak bir parti vardı, kız da altı yaşındaydı, ve yarın da uçakla New York'a geri döneceklerdi.
"Babanı ver de konuşayım," dedi.
"Babam bir şeftali almaya gitti."
"Bir şeftali mi?"
"İçi kalabalık bir şeftali."
"Babanla oturalı iki gün olmadı ve hemen onun gibi konuşmaya başladın."
"İçi kalabalık olan şeftaliler var. Biliyorum. Birinin dışarı çıktığını gördüm."
"Bir böcek mi?"
"Böcek değil. Gaston."
"Kim?"
"Gaston, görkemli bilmemne."
"Başkası olsa içi böcekli bir şeftaliyi hemen atar, ama o asla. Bu konuda bir sürü budalaca şey söyler."
"Bu budalaca değil."
"Tamam tamam, korkunç bir şeftali böceği için kızma bana."
"Gaston burada, kırık dökük evinin yanı başında ve sana kızgın değilim."
"Partide çok eğleneceksin."
"Tamam."
"New York'a uçarken de eğleneceğiz."
"Tamam."
"Babanı gördüğüne memnun musun?"
"Tabii memnunum."
"Komik biri mi?"
"Evet."
"Kaçık mı?"
"Evet. Yani hayır. Yalnızca, bir şeftali çekirdeğinden böcek filan çıktığında bağırmıyor. Onu dikkatle inceliyor. Ama sadece bir böcek, öyle değil mi?"
"Sadece bir böcek."
"Ve onu ezmemiz gerekiyor , öyle mi?"
"Kesinlikle. Seni görmek için sabırsızlanıyorum tatlım. Bu iki gün iki yıl gibi geldi bana. Hoşça kal."
Kız tabaktaki Gaston'u izledi ve onu gerçekten sevmedi. Bütünüyle öğğ' den ibaretti, en başından beri. Artık evi de yoktu ve beyaz tabakta dolanıp duruyordu ve aptaldı ve hatalıydı ve gülünçtü ve işe yaramazdı ve bunların dışında pek çok şeydi. Biraz ağladı, ama yalnızca içinden, çünkü çok önceleri ağlamayı sevmediğine karar vermişti, çünkü ağlamaya bir kez başlayınca ağlanacak öyle çok şey varmış gibi görünüyordu ki durmakta çok zorlanıyordu, ve bu da hiç hoşuna gitmiyordu. Şeftali çekirdeğinin açık kabukları da hatalıydı. Temiz değildiler.
Adam bir kilo şeftali aldı, ama içinde hiç kusurlu şeftali bulamadı, böylece bir başka dükkândan bir kilo daha aldı ve bu kez şansı yaver gitti; iki tanesi kusurluydu. Dairesine koşturdu ve içeri girdi.
Kızı odasında, en iyi elbisesinin içindeydi.
"Annem aradı," dedi. "Ve beni alması için şoförünü gönderiyor, çünkü bir başka doğum günü partisi varmış."
"Bir başka?"
"Demek istediğim, New York'ta bunlardan her zaman bir süre vardır."
"Şoför seni geri getirecek mi?"
"Hayır. Yarın New York'a uçuyoruz."
"Oh."
"Evinde bulunmak hoşuma gitti."
"Evimde bulunman hoşuma gitti."
"Niye burada yaşıyorsun?"
"Burası benim evim."
"Hoş, ama bizim evimizden çok farklı."
"Evet, sanırım öyle."
"Gaston'un evi gibi."
"Gaston nerede?"
"Onu ezdim."
"Sahi mi? Niye?"
"Böcekleri ve solucanları herkes ezer."
"Oh. Şey. Sana bir şeftali buldum."
"Artık bir şeftali istemiyorum."
"Tamam."
Onu giydirdi, ve bavulunu hazırlarken şoför geldi. Kızı ve şoförüyle üç kat merdiven indi, ve sokakta tam kıza sarılacakken bunu yapmamanın daha iyi olacağına karar verdi. Bunun yerine el sıkıştılar, yabancılar gibi.
Koca arabanın uzaklaşmasını izledi, ve sonra her sabah kahve içtiği köşedeki yere gitti, kendini biraz da tabaktaki Gaston gibi hissettiğini düşünerek.
Türkçesi: Dost Körpe
*Düşler Öyküler; Sayı 1, Nisan 1996
Sayı: 25, Yayın tarihi: 10/05/2008
Aslı:
They were to eat peaches, as planned, after her nap, and now she sat across from the man who would have been a total stranger except that he was in fact her father. They had been together again (although she couldn’t quite remember when they had been together before) for almost a hundred years now, or was it only since day before yesterday? Anyhow, they were together again, and he was kind of funny. First, he had the biggest mustache she had ever seen on anybody, although to her it was not a mustache at all; it was a lot of red and brown hair under his nose and around the ends of his mouth. Second, he wore a blue-and-white striped jersey instead of a shirt and tie, and no coat. His arms were covered with the same hair, only it was a little lighter and thinner. He wore blue slacks, but no shoes and socks, He was barefoot, and so was she, of course.
He was at home. She was with him in his home in Paris, if you could call it a home. He was very old, especially for a young man¡Xthirty-six, he had told her; and she was six, just up from sleep on a very hot afternoon in August.
That morning, on a little walk in the neighbor-hood, she had seen peaches in a box outside a small store and she had stopped to look at them, so he had bought a kilo.
Now, the peaches were on a large plate on the card table at which they sat.
There were seven of them, but one of them was flawed. It looked as good as others, almost the size of a tennis ball, nice red fading to light green, but where the stem had been there was now a break that went straight down into the heart of the seed.
He placed the biggest and best-looking peach on the small plate in front of the girl, and then took the flawed peach and began to remove the skin. When he had half the skin off the peach he ate that side, neither of them talking, both of them just being there, and not being excited or anything¡Xno plans, that is.
The man held the half-eaten peach in his fingers and looked down into the cavity, into the open seed. The girl looked too.
While they were looking, two feelers poked out from the cavity. They were attached to a kind of brown knob-head, which followed the feelers, and then two large legs took a strong grip on the edge of the cavity and hoisted some of the rest of whatever it was out of the seed, and stopped there a moment, as if to look around.
The man studied the seed dweller, and so, of course, did the girl.
The creature paused only a fraction of a second, and then continued to come out of the seed, to walk down the eaten side of the peach to wherever it was going.
The girl had never seen anything like it¡Xa whole big thing made out of brown color, a knob-head, feelers, and a great many legs. It was very active too. Almost businesslike, you might say. The man placed the peach back on the plate. The creature moved off the peach onto the surface of the white plate. There it came to a thoughtful stop.
“Who is it?” the girl said.
“Gaston.”
“Where does he live?”
“Well, he used to live in this peach seed, but now that the peach has been harvested and sold, and I have eaten half of it, it looks as if he’s out of house and home.”
“Aren’t you going to squash him?”
“No, of course not, why should I?”
“He is a bug. He is ugh.”
“Not at all. He is Gaston the grand boulevardier.”
“Everybody hollers when a bug comes out of an apple, but you don’t holler or anything.”
“Of course not. How should we like it if somebody hollered every time we came out of our house?”
“Why would they?”
“Precisely. So why should we holler at Gaston?”
“He is not the same as us.”
“Well, not exactly, but he’s the same as a lot of other occupants of peach seeds. Now, the poor fellow hasn’t got a home, and there he is with all that pure design and handsome form, and no-where to go.”
“Handsome?”
“Gaston is just about the handsomest of his kind I’ve ever seen.”
“What’s he saying?”
“Well, he’s a little confused. Now, inside that house of his he had everything in order. Bed here, porch there, and so forth.”
“Show me.”
The man picked up the peach, leaving Gaston entirely alone on the white plate. He removed the peeling and ate the rest of the peach.
“Nobody else I know would do that,” the girl said. “They’d throw it away.”
“I can’t imagine why. It’s a perfect good peach.”
He opened the seed and placed the two sides not far from Gaston. The girl studied the open halves.
“Is that where he lives?”
“It’s where he used to live. Gaston is out in the world and on his own now. You can see for yourself how comfortable he was in there. He had everything.”
“Now what has he got?”
“Not very much, I’m afraid.”
“What’s he going to do?”
“What are we going to do?”
“Well, we’re not going to squash him, that’s one thing we’re not going to do,” the girl said.
“What are we going to do, then?”
“Put him back?”
“Oh, that house is finished.”
“Well, he can’t live in our house, can he?”
“Not happily.”
“Can he live in our house at all?”
“Well, he could try, I suppose. Don’t you want to eat a peach?”
“Only if it’s a peach with somebody in the seed.”
“Well, see if you can find a peach that has an opening at the top, because if you can, that’ll be a peach in which you’re likeliest to find somebody.”
The girl examined each of the peaches on the big plate.
“They’re all shut,” she said.
“Well, eat one, then.”
“No. I want the same kind that you ate, with somebody in the seed.”
“Well, to tell you the truth, the peach I ate would be considered a bad peach, so of course stores don’t like to sell them. I was sold that one by mistake, most likely. And so now Gaston is without a home, and we’ve got six perfect peaches to eat.”
“I don’t want a perfect peach. I want a peach with people.”
“Well, I’ll go out and see if I can find one.”
“Where will I go?”
“You’ll go with me, unless you’d rather stay. I’ll only be five minutes.”
“If the phone rings, what shall I say?”
“I don’t think it’ll ring, but if it does, say hello and see who it is.”
“If it is my mother, what shall I say?”
“Tell her I’ve gone to get you a bad peach, and anything else you want to tell her.”
“If she wants me to go back, what shall I say?”
“Say yes if you want to go back.”
“Do you want me to?”
“Of course not, but the important thing is what you want, not what I want.”
“Why is that the important thing?”
“Because I want you to be where you want to be.”
“I want to be here.”
“I’ll be right back.”
He put on socks and shoes, and a jacket, and went out. She watched Gaston trying to find out what to do next. Gaston wandered around the plate, but everything seemed wrong and he didn’t know what to do or where to go.
The telephone rang and her mother said she was sending the chauffeur to pick her up because there was a little party for somebody’s daughter who was also six, and then tomorrow they would fly back to New York.
“Let me speak to your father,” she said.
“He’s gone to get a peach.”
“One peach?”
“One with people.”
“You haven’t been with your father two days and already you sound like him.”
“There are peaches with people in them. I know. I saw one of them come out.”
“A bug?”
“Not a bug. Gaston.”
“Who?”
“Gaston the grand something.”
“Somebody get a peach with a bug in it, and throws it away, but not him. He makes up a lot of foolishness about it.”
“It’s not foolishness.”
“All right, all right, don’t get angry at me about a horrible peach bug of some kind.”
“Gaston is right here, just outside his broken house, and I’m not angry at you.”
“You’ll have a lot of fun at the party.”
“OK.”
“We’ll have fun flying back to New York, too.”
“OK.”
“Are you glad you saw your father?”
“Of course I am.”
“Is he funny?”
“Yes.”
“Is he crazy?”
“Yes. I mean, no. He just doesn’t holler when he sees a bug crawling out of a peach seed or anything. He just looks at it carefully. But it is just a bug, isn’t it, really?”
“That’s all it is.”
“And we have to squash it?”
“That’s right. I can’t wait to see you, darling. These two days have been like two years to me. Good-bye.”
The girl watched Gaston on the plate, and she actually didn’t like him. He was all ugh, as he had been in the first place. He didn’t have a home anymore and he was wandering around on the white plate and he was silly and wrong and ridiculous and useless and all sorts of other things. She cried a little, but only inside, because long ago she had decided she didn’t like crying because if you ever started to cry it seemed as if there was so much to cry about you almost couldn’t stop, and she didn’t like that at all. The open halves of the peach seed were wrong, too. They were ugly or something. They weren’t clean.
The man bought a kilo of peaches but found no flawed peaches among them, so he bought another kilo at another store, and this time his luck was better, and there were two that were flawed. He hurried back to his flat and let himself in.
His daughter was in her room, in her best dress.
“My mother phoned,” she said, “and she’s sending the chauffeur for me because there’s another birthday party.”
“Another?”
“I mean, there’s always a lot of them in New York.”
“Will the chauffeur bring you back?”
“No. We’re flying back to New York tomorrow.”
“Oh.”
“I liked being in your house.”
“I liked having you here.”
“Why do you live here?”
“This is my home.”
“It’s nice, but it’s a lot different from our home.”
“Yes, I suppose it is.”
“It’s kind of like Gaston’s house.”
“Where is Gaston?”
“I squashed him.”
“Really? Why?”
“Everybody squashes bugs and worms.”
“Oh. Well. I found you a peach.”
“I don’t want a peach anymore.”
“OK.”
He got her dressed, and he was packing her stuff when the chauffeur arrived. He went down the three flights of stairs with his daughter and the chauffeur, and in the street he was about to hug the girl when he decided he had better not. They shook hands instead, as if they were strangers.
He watched the huge car drive off, and then he went around the corner where he took his coffee every morning, feeling a little, he thought, like Gaston on the white plate.
They were to eat peaches, as planned, after her nap, and now she sat across from the man who would have been a total stranger except that he was in fact her father. They had been together again (although she couldn’t quite remember when they had been together before) for almost a hundred years now, or was it only since day before yesterday? Anyhow, they were together again, and he was kind of funny. First, he had the biggest mustache she had ever seen on anybody, although to her it was not a mustache at all; it was a lot of red and brown hair under his nose and around the ends of his mouth. Second, he wore a blue-and-white striped jersey instead of a shirt and tie, and no coat. His arms were covered with the same hair, only it was a little lighter and thinner. He wore blue slacks, but no shoes and socks, He was barefoot, and so was she, of course.
He was at home. She was with him in his home in Paris, if you could call it a home. He was very old, especially for a young man¡Xthirty-six, he had told her; and she was six, just up from sleep on a very hot afternoon in August.
That morning, on a little walk in the neighbor-hood, she had seen peaches in a box outside a small store and she had stopped to look at them, so he had bought a kilo.
Now, the peaches were on a large plate on the card table at which they sat.
There were seven of them, but one of them was flawed. It looked as good as others, almost the size of a tennis ball, nice red fading to light green, but where the stem had been there was now a break that went straight down into the heart of the seed.
He placed the biggest and best-looking peach on the small plate in front of the girl, and then took the flawed peach and began to remove the skin. When he had half the skin off the peach he ate that side, neither of them talking, both of them just being there, and not being excited or anything¡Xno plans, that is.
The man held the half-eaten peach in his fingers and looked down into the cavity, into the open seed. The girl looked too.
While they were looking, two feelers poked out from the cavity. They were attached to a kind of brown knob-head, which followed the feelers, and then two large legs took a strong grip on the edge of the cavity and hoisted some of the rest of whatever it was out of the seed, and stopped there a moment, as if to look around.
The man studied the seed dweller, and so, of course, did the girl.
The creature paused only a fraction of a second, and then continued to come out of the seed, to walk down the eaten side of the peach to wherever it was going.
The girl had never seen anything like it¡Xa whole big thing made out of brown color, a knob-head, feelers, and a great many legs. It was very active too. Almost businesslike, you might say. The man placed the peach back on the plate. The creature moved off the peach onto the surface of the white plate. There it came to a thoughtful stop.
“Who is it?” the girl said.
“Gaston.”
“Where does he live?”
“Well, he used to live in this peach seed, but now that the peach has been harvested and sold, and I have eaten half of it, it looks as if he’s out of house and home.”
“Aren’t you going to squash him?”
“No, of course not, why should I?”
“He is a bug. He is ugh.”
“Not at all. He is Gaston the grand boulevardier.”
“Everybody hollers when a bug comes out of an apple, but you don’t holler or anything.”
“Of course not. How should we like it if somebody hollered every time we came out of our house?”
“Why would they?”
“Precisely. So why should we holler at Gaston?”
“He is not the same as us.”
“Well, not exactly, but he’s the same as a lot of other occupants of peach seeds. Now, the poor fellow hasn’t got a home, and there he is with all that pure design and handsome form, and no-where to go.”
“Handsome?”
“Gaston is just about the handsomest of his kind I’ve ever seen.”
“What’s he saying?”
“Well, he’s a little confused. Now, inside that house of his he had everything in order. Bed here, porch there, and so forth.”
“Show me.”
The man picked up the peach, leaving Gaston entirely alone on the white plate. He removed the peeling and ate the rest of the peach.
“Nobody else I know would do that,” the girl said. “They’d throw it away.”
“I can’t imagine why. It’s a perfect good peach.”
He opened the seed and placed the two sides not far from Gaston. The girl studied the open halves.
“Is that where he lives?”
“It’s where he used to live. Gaston is out in the world and on his own now. You can see for yourself how comfortable he was in there. He had everything.”
“Now what has he got?”
“Not very much, I’m afraid.”
“What’s he going to do?”
“What are we going to do?”
“Well, we’re not going to squash him, that’s one thing we’re not going to do,” the girl said.
“What are we going to do, then?”
“Put him back?”
“Oh, that house is finished.”
“Well, he can’t live in our house, can he?”
“Not happily.”
“Can he live in our house at all?”
“Well, he could try, I suppose. Don’t you want to eat a peach?”
“Only if it’s a peach with somebody in the seed.”
“Well, see if you can find a peach that has an opening at the top, because if you can, that’ll be a peach in which you’re likeliest to find somebody.”
The girl examined each of the peaches on the big plate.
“They’re all shut,” she said.
“Well, eat one, then.”
“No. I want the same kind that you ate, with somebody in the seed.”
“Well, to tell you the truth, the peach I ate would be considered a bad peach, so of course stores don’t like to sell them. I was sold that one by mistake, most likely. And so now Gaston is without a home, and we’ve got six perfect peaches to eat.”
“I don’t want a perfect peach. I want a peach with people.”
“Well, I’ll go out and see if I can find one.”
“Where will I go?”
“You’ll go with me, unless you’d rather stay. I’ll only be five minutes.”
“If the phone rings, what shall I say?”
“I don’t think it’ll ring, but if it does, say hello and see who it is.”
“If it is my mother, what shall I say?”
“Tell her I’ve gone to get you a bad peach, and anything else you want to tell her.”
“If she wants me to go back, what shall I say?”
“Say yes if you want to go back.”
“Do you want me to?”
“Of course not, but the important thing is what you want, not what I want.”
“Why is that the important thing?”
“Because I want you to be where you want to be.”
“I want to be here.”
“I’ll be right back.”
He put on socks and shoes, and a jacket, and went out. She watched Gaston trying to find out what to do next. Gaston wandered around the plate, but everything seemed wrong and he didn’t know what to do or where to go.
The telephone rang and her mother said she was sending the chauffeur to pick her up because there was a little party for somebody’s daughter who was also six, and then tomorrow they would fly back to New York.
“Let me speak to your father,” she said.
“He’s gone to get a peach.”
“One peach?”
“One with people.”
“You haven’t been with your father two days and already you sound like him.”
“There are peaches with people in them. I know. I saw one of them come out.”
“A bug?”
“Not a bug. Gaston.”
“Who?”
“Gaston the grand something.”
“Somebody get a peach with a bug in it, and throws it away, but not him. He makes up a lot of foolishness about it.”
“It’s not foolishness.”
“All right, all right, don’t get angry at me about a horrible peach bug of some kind.”
“Gaston is right here, just outside his broken house, and I’m not angry at you.”
“You’ll have a lot of fun at the party.”
“OK.”
“We’ll have fun flying back to New York, too.”
“OK.”
“Are you glad you saw your father?”
“Of course I am.”
“Is he funny?”
“Yes.”
“Is he crazy?”
“Yes. I mean, no. He just doesn’t holler when he sees a bug crawling out of a peach seed or anything. He just looks at it carefully. But it is just a bug, isn’t it, really?”
“That’s all it is.”
“And we have to squash it?”
“That’s right. I can’t wait to see you, darling. These two days have been like two years to me. Good-bye.”
The girl watched Gaston on the plate, and she actually didn’t like him. He was all ugh, as he had been in the first place. He didn’t have a home anymore and he was wandering around on the white plate and he was silly and wrong and ridiculous and useless and all sorts of other things. She cried a little, but only inside, because long ago she had decided she didn’t like crying because if you ever started to cry it seemed as if there was so much to cry about you almost couldn’t stop, and she didn’t like that at all. The open halves of the peach seed were wrong, too. They were ugly or something. They weren’t clean.
The man bought a kilo of peaches but found no flawed peaches among them, so he bought another kilo at another store, and this time his luck was better, and there were two that were flawed. He hurried back to his flat and let himself in.
His daughter was in her room, in her best dress.
“My mother phoned,” she said, “and she’s sending the chauffeur for me because there’s another birthday party.”
“Another?”
“I mean, there’s always a lot of them in New York.”
“Will the chauffeur bring you back?”
“No. We’re flying back to New York tomorrow.”
“Oh.”
“I liked being in your house.”
“I liked having you here.”
“Why do you live here?”
“This is my home.”
“It’s nice, but it’s a lot different from our home.”
“Yes, I suppose it is.”
“It’s kind of like Gaston’s house.”
“Where is Gaston?”
“I squashed him.”
“Really? Why?”
“Everybody squashes bugs and worms.”
“Oh. Well. I found you a peach.”
“I don’t want a peach anymore.”
“OK.”
He got her dressed, and he was packing her stuff when the chauffeur arrived. He went down the three flights of stairs with his daughter and the chauffeur, and in the street he was about to hug the girl when he decided he had better not. They shook hands instead, as if they were strangers.
He watched the huge car drive off, and then he went around the corner where he took his coffee every morning, feeling a little, he thought, like Gaston on the white plate.
Bu hikayeyi "Stories and Essays" isimli ODTÜ hazırlık kitabından tatil ödevi olarak tercüme edip bitirdiğimde ağlamaktan şişmiştim.Hâlâ da her okuduğumda ağlarım. Yaşamın kaçınılmaz yanı. Sık sık örneğini yaşadığım (ız) insan halleri. Tam kendi yağında kavrulup gidiyorken ve kendi çapında mutlu iken, biri gelir en şirin yanını gösterir unuttuğun heyecanı yaşatır, ezberini bozar, kararını değiştirir sevgi konusunda, sonra daha ilginç bir şey bulur ve çeker gider...
İşin kötüsü doğal olduğunu da bilirsin bunun ve sık sık da başına geleceğini. Ama her seferinde hem aynı şaşkınlığı hem de aynı hüsranı yaşarsın.
Şİmdi bir kere daha okudum, yine ağladım. Ama bu kez niyeyse sımsıcaktı göz yaşlarım:)
Sağol Sis.
Canım Asu,sen sağol aslında, sen tanıştırdın beni Saroyan ile. Bi de ağlama la ( behzat ç mode on! ).
BANA BEHZAT C DEME.....
Seyrettirdin de başın göğe mi erdi.
Sen hem sinirlerimi yerinden oynat sonra da ağlama de. Gerçi benim burnumda sorunum yok. İstediği şekilde ıslanabilir ama bana Ezel yetti zaten. Ben kendi halinde evde kalmış bi kızım. "Tövbeler tövbesi" neyime yetmez. Ne o öyle mezarlar çukurlar. Bi sükunet bana lazım bu günlerde...
sizede olurmu bilmem,bana bazen elime kitap alamama modu gelir. o günlerde/haftalarda kitap okumak hiç içimden gelmez.ne alırım ne okurum vede bu durumuma sinir olurum! böyle gıcık dönemlerimde sadece almam gereken kitapların listesini yapar çantamın bir gözünde bekletirim.işte o modu yaşıyorum şu günlerde..hemen geçsin.amin.
Ben on seneyi aşkın bir süredir elime
bir kitap alır almaz günün hangi saati olursa olsun uyumaya başlıyorum. Sadece şiire odaklanabiliyorum o da doğrudan duygularımla algılayabildiğim için sanırım.
Benim nedenlerim var. Alıştım duruma ama ne kadar üzücü olduğunu biliyorum. Yine de hala her çıkışımda birkaç kitap alıyorum niyeyse.
Umarım sizinki geçicidir Su.
Bu arada Sis, gözünü kırpmadan Ezel seyretmiş biri olarak söyleyeyim. Sen de beni tanıdığın kadarıyla Behzat ç yi seveceğimi biliyorsun.
Bu gün eski bölümlere de başladım yavaş yavaş. Başka bir şey. Tabii syredecem ben de ama dün o defin sahnesine pek hazır değildim. Yorumda işi şakaya vurmaya çalıştıysam da zorlandım doğrusu.
Sis,
Tüm pclerim tek tek veda ediyor kala kala bu içi bomboş hiçbir office prog.dahi yüklü olmayana kaldım mı sana.Ama ipad e kalmamakta ısrarlıyım bak! Neyse umarım çıkacak yorumum..
Ezel yazınca Asu, irkildim şimdi bu Behzat Ezelvari bir şey midir acaba? Hayır hızlandırayım diyorum.. :))))
Bugün kitap alışverişim var benim zamanıdır artık okumadığım çok az kitabım kalmış, aldım listeme!
ps:haftaya gökyüzü konumları fena,pclere el atmalı bak demedi deme bir beni bulmuyor bunlar heralde.. merkür geri var, tutulma var.. dur gene bakarım da 24 kırmızı alarm olsa gerek!!!
Nazannesi, Ezel'den bahsetmemin sebebi, sadece naif diziler seyretmediğimi söylemek istememdendi.
Ayrıca o da Ekşiyi fazlasıyla meşgul etmiş bir dizidir.
Sevgili Asu,
Msj alındı.. Ben de sadece naif dizi izlemeyen biri olarak B.Ç yi canı gönülden destekler gördüm şimdi kendimi.. :))