Bu başlık altında,içimizden gelen her şeyi,resim,bilgi,yazı,dert,eğlence,her şeyi paylaşalım
KENDİM YAZDIM, KENDİM ÇİZDİM - 2 -
-
Aynı apartmanda oturan komşusu Sinem'i çok seven ve onu telefonuna bile
"canım komşum" diye kaydeden Ayşe' in bilmediği bir şey vardır:
Çok sevdiği k...
1 saat önce
bana yollayan d@phneye teşekkürler...
Bir uçak yolculuğunda yan koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark eden yazar yorum yapmaktan kendini alamaz; “Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız!”
Adam bunun üzerine;“Yanlış kadınla evlendim de ondan!” diye karşılık verir.
Ziglar bu anıyı aktardıktan sonra şöyle sorar; “Peki ya bu adam doğru adam mı? Yani kadın doğru adamla mı evlenmiş? Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olmaz mısınız? Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız yanlış bir evlilik yapmışsınız demektir çünkü. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha fazlasıdır!”
Yazar kitabında şu öyküyü anlatır..
“Yıllar önce Hawai’de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır. Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundadır. İnek sayısının 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmektedir.
ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle -kabul görmeyen- tipte, şanssız bir kızdır ve babası ona 3 inek fiyat biçmiştir; 2 inekli bir teklifi de kabul edecektir; hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe fit olmaya razıdır.
Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünür. Oysa yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. Herkes en azından isteneni yani; 3 inek ödeyeceğini düşünürken Johny yanında 12 tane inekle gelmiştir!!..
O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin ve damat iki yıllık balayı planlamıştır.
Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün ahaliden biri dönüşlerini haber vermeye gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan emin değildir. Aslında Johny'i tanımıştır fakat kızdan emin olamamıştır; yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisidir. İyice yaklaştıklarında kimsenin tereddütü kalmaz. Fakat kızın güzelliği, cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar Johnny'nin 12 inek karşılığında iyi bir alışveriş yaptığını düşünürler.”
Yazar işin püf noktasını şöyle özetler; “Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi.”
Bu hep böyle olmaktadır; eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir. Aslında “doğru adam”, “doğru kadını” inşa eder, “doğru kadın” da “doğru adamı”...
Zig Ziglar
kalp kırmadan, yıkıp-döküp-ezip geçmeden, doğru insanı bulmanız-doğru insan olmanız dileğiyle...
içimden gelenleri söz yazıcam buray şu an içimden bu geldi mesela yarın başk bişi gelir içimden her sey gelişr benim genelde wc de boşaltırdım içimi ama artık burda boşaltıcam tırsmayın sağa sola sıçratmam
bu sıralar kafayı Arthur Schopenhauer ve Marcel Proust'a takmış durumdayım.yoksa yoksa ben deliriyomuyum:))onların kitaplarından bi kaç alıntı yapmak istedim.
Başkalarının görüşlerine verdiğimiz değer ve bu görüş hakkındaki endişemiz,neredeyse her mantıklı amacı aşar.Yapıp ettiğimiz her şeyde,neredeyse herşeyden önce,başkalarının görüşü gözetilir ve daha yakından baktığımızda,yaşadığımıztüm kaygılar ve korkuların bu görüş hakkındaki endişemizden kaynakklandığını görürüz.Çünki bizim hastalıklı bir hassaslıkta olduğu için sık sık hastalanan tüm özgüvenimizin,tüm kibirliliğimizin,böbürlenmemizin temelinde,başkalarının görüşü yatar.
Arhur Schopenhauer
Taşları sürekli dönen bir değirmendir kafa dediğin,arasıra birşey koymadınmı kendi kendini öğütür.
Marcel Proust
ve son olarak Goethe 'den 2 alıntıyla programıma son veriyorum :)))))
Bir beladan kurtulmak isteyen,ne istediğini herzaman biliyordur;elindekinden daha iyisini isteyen ise tamamen bakar kördür.
İyi ruh halini algıla.Çünki çok ender gelir.
MUTLULUĞUN SIRRI
Bir tüccar mutluluğun gizini öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış.
Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.
Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış.
Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş. Dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış.
Bilge sırayla bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama mutluluğun gizini açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını, kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş.
“Ama, sizden bir ricada bulunacağım,” diye eklemiş, delikanlının eline bir kaşık verip, sonra bu kaşığa iki damla sıvı yağ koymuş. “Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.”
Delikanlı sarayın merdivenlerini inip çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış.
“Güzel” demiş bilge, “Peki, yemek salonumdaki Acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvanbaşının yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi?”
Utanan delikanlı hiçbir şey göremediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş.
“Öyleyse git, evrenin harikalarını tanı.” demiş ona bilge. “Oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin.”
İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş.
Bilgenin yanına dönünce, gördüklerini tüm ayrıntılarıyla anlatmış. “Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?” diye sormuş bilge.
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.
“Peki” demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, “Sana verebileceğim tek öğüt var.
Mutluluğun gizi dünyanın tüm harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan... (Paulo Coelho-Simaycı'dan alıntı)
HAYAT SATRANCI
Genç bir adam kendi yöresinde çok tanınan bir bilgenin yanına gitti. Derdi biraz farklıydı. Genç yaşında hep başarı kazanmıştı. Babasından devraldığı . küçük işi hızla büyütmüş, zengin olmuştu. Çevresindeki herkes ona saygı gösteriyordu.
Düşmanı yoktu. Evlilikleri başarılı olmuş, çok genç yaşlarda başlayarak birkaç kez baba olmuştu. Ve genç adamın derdi de buradan sonra başlıyordu. Bu kadar erken başarı, çok başarı, çok sayılmak yüzünden bütün çevresindeki . insanları "küçük" görmeye başlamıştı.
Genç adam için "önemli" hiçbir iş, hiçbir insan, hiçbir durum kalmamıştı. Hiçbir konuşmayı birkaç dakikadan fazla dinleyemiyor, okumaya başladığı herşeyi birkaç dakika içinde elinden bırakıyordu.
Bilge kişi genç adamı uzun . uzun dinledi. Genç adam anlattıkça anlattı.Sonra da bilge kişi sordu: "Yaparken zevk aldığın, her şeyden daha fazla ilgini çeken hiçbir şey yok mu?"
Genç adam bir süre düşündü ve cevap verdi: "Satranç..." dedi, "Ama satrancı da çok iyi oynadığım için rakip bulamıyorum."
Bilge kişi "Güzel" dedi, "Burada bir öğrencim var, o da iyi satranç oynuyor." Öğrencisini çağırdı, satranç masası kuruldu. Genç adam ve öğrenci karşılıklı oturdular. Bilge kişi aniden "Bir dakika" dedi, "Bu satranç karşılaşması biraz farklı olacak. Kaybeden, kafasını da kaybedecek. Kaybedenin kafasını . ben kendi elimle, kendi hançerimle keseceğim. Tamam mı?" Öğrencisi "Tabii efendim" deyince genç adam da daha zayıf bir sesle "Tamam" dedi.
Oyun başladı. "Her şeyi en iyi yapan", "Her şeyde en başarılı" genç adam boncuk boncuk terliyordu. Yaptığı her atak bilgenin öğrencisi tarafından ustaca savuşturuluyordu. Genç adam terlemeye devam ediyordu. Bir süre sonra savunmaları düşmeye başladı. Öğrenci usta hamlelerle genç adamı sıkıştırmıştı.
Genç adam bir an bilge kişiye baktı. Gözleri korku doluydu. Bilge kişi o an, bir el darbesiyle satranç masasını devirdi: "Tamam bitti! Hiç kimsenin kafası kesilmeyecek!" Genç adam önüne bakıyordu.
Bilge kişi konuştu: "İşte tekrar tutkuyu yaşadın... Dikkatini toplamayı öğrendin... Hiç kimseyi küçümsememen gerektiğini gördün... Her an ölümün yanında yaşadığın için her şeye değer vermen gerektiğini anladın..." Sonra bilge ve öğrencisi yere saçılmış satranç taşlarını birlikte toplayıp kutusuna koydular.
hep sevdiğim her okuyuşumda bana ayrı keyif veren bir yazı aşağıdaki.illaki daha önce paylaşmışımdır ama burada da bulunsun istedim.
DUYGUSAL UNUTMA
Nefreti aşmanın tek yolu var: Affetmek...
Baskalarini affettigimizde biz ozgurlesiriz.
Nefret yasamdan zevk almamizi, insanlarin guzel yanlarini gormemizi engeller.
Hiç kimse saf iyi ya da saf kotu degildir. Salt kötülükleri görmek bir süre sonra
süphe, depresyon ve umutsuzluk denizinde bogar insani. Nefret dolu bir yasam,
mutsuz bir yasamdir. Affetmek insani derinlestirir. Affetmek için, insanin ruhsal
ve zihinsel olarak kendisini hazir hissetmesi gerekir. Çünkü affetmek bir seçimdir.
Kimsenin zorlamasiyla affetmek mümkün degildir. Affetmek bir süreçtir.
Birdenbire affedisler bile bir sürecin ürünüdür. Affetmeyi seçtiginizde kimse size
borçlanmayacaktir. Yani kosullu affetme yoktur. Diger insanin da sizi affetmesini,
degismesini veya sizin istediginiz gibi olmasini beklemeyin. Affetmek bir seçimdir.
Amaci sizin rahatlamanizdir, sizin özgürlesmenizdir. Nefret duydugunuz kisinin
yasiyor ya da ölmüs olmasi sizin affetme sürecinde duydugunuz acilarin yogunlugunda
bir farklilik yaratmayacaktir. O acilar sizin acilariniz.
Affetmek kolay degildir. Fakat özgürlesmek için gereklidir. Çogu insan affetmenin
nefret ettigi kisiyi suçsuz ya da hakli buldugu anlamina gelecegini sanir. Oysa affetmek,
geçmisteki anilarin boyundurugundan kurtulmak, yasamimizi kontrol altinda tutmasina son vermek demektir.
VE
Affetmek, o kisiyi sevmek degil.
Affetmek, o kisiyle konusmak zorunda olmak degil.
Affetmek, o kisiyle iliskiyi sürdürmek degil.
Affetmek, o kisinin beklentileri dogrultusunda davranmak degil.
Affetmek, o kisiyi kucaklamak degil.
Affetmek, o kisiyi suçsuz bulmak degil.
Affetmek, o kisiyi hakli bulmak degil.
Affetmek, o kisinin verdigi zararlari telafi etmek için çaba göstermemek degil.
Affetmek, kirginligin, küskünlügün, nefretin hapishanesinden özgürlüge kavusmaktir.
Affetmek, artik aciyi hissetmemektir.
Yapilanlari zihinsel olarak unutmak zaten mümkün degildir.
"Duygusal unutma" affetmenin diger adidir.
ya sizin içinizden baya baya bişiler gelio hee
Randy Pausch'dan bir alıntı:
TUTKUNUZU BULAMADIYSANIZ ARAMAYA DEVAM EDİN.
bulabilen sahip çıksın,elinden kaçması acı verebilir
çook önce.1986- yıllarında beyoğlu tünelde otururdum.beyoğlunda yaşamak ayrı bir keyif ayrı bir maceradır.o senelerde işimin de sebebiyle evde veya bi gece klübünde veya barda yılbaşı kutlaması yapmam imkansızdı.bir akşam işe giderken,ki yürüyerek giderdim taksimeibeyoğu istiklal caddesinde ki St.Antuan Katolik kilisesi önünden geçiyordum.ayinin başlama saatiymiş.neden bilmem çekti bir şey içeri.hesap soran da olmadı.ki sonraki gezilerimde italyada romada vatikanda girdiğim her kilisede hesap soran veya başını ört diyen olmuştur.
neyse,çok sakin,bir o kadar huzurlu,bir o kadar saygılı ve çok mistik bir ortamdı.içerde yanan bir şeylerin kokusu,sürekli mırıl mırıl dua mı ne onun hafif sesi.açıkçası o anda o yaşıma kadar dinle ilgili çok katı düşüncelerim olsa da,bir an düşünmüştüm belki böyle bir ibadet insana aradığı huzuru verebilir diye.o kiliseye bir kaç 24 aralık gecesi daha gittim.son gittiğimde ne yazıkki sevgili istanbul sosyetemiz keşfetmişti.sosyete mi yoksa girdiği yeri viran eden entel dantel tayfası mı bilemem.
ama o içerdeki insanların kıkırdama gürültüsü,ve ona karşın din adamları ve cemaatin tepki vermemeye çalışarak ibadetlerini yerine getirme çabası.bana çok hüzün vermişti açıkçası.karınca sürüsü gibi görmüştüm oradaki insanların çoğunu.
ve çok öfkelenmiştim,inandığım ve ibadet ettiğim bir şey olmasa da çok nadiren bulduğum huzur duygusunu elimden almalarına.
br daha o kilisenin sadece önünden geçtim.içeri girip tekrar o huzur duygusuna bağlanıp sonra tekrar elimden alınmasına katlanamayacağım için
Ben bunu bir radyaoda duydum bende paylaşıyorum gecenin 4buçuğunda bir ane evladını arar çocul merak eder heyecanla sorar hayırdır anne bir şey mi var bir sıkıntımı oldu hastamısın gecenin bu vaktinde beni aradın der.Tabi çocuk heyecanlanmıştır anne de hayır evladım bir yaramazlık yok ama sen bana tam bundan 36 yıl önce bu saatte bana verdiğin sıkıntıyı hatırladım 36 yıl önce sen bu saatte doğmuştun der.Doğum günün kutlu olsun nice uzun yıllara der bu hikaye çok hoşuma gitmişti anlatmak istedim paylaşmak inşaalah iyidir hoşunuza gitmiştir bunu duyunca içim burkulmuştu anne sevgisi
teşekkürler hayatımız okul.anne olmak ayrı bir erdem ve eğitim süreci bence.anne değil de ebeveyn olmak diyelim.insanı tam yapan bir şey.merci paylaştığın için.
Padişah ne güne duruyor
Sultan Murat Han o gün bir hoştur. Telaşlı görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
— Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
— Akşam garip bir rüya gördüm.
— Hayırdır inşallah?
— Hayır, mı şer mi öğreneceğiz.
— Nasıl yani?
— Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
—Kimdir bu?
Ahali:
—Aman hocam hiç bulaşma, derler. Ayyaşın, berduşun biri işte!
— Nerden biliyorsunuz?
— Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;
—Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar Çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir:
— İsterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu? Hâsılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdili kıyafet mollalar kalırlar mı ortada! Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
— Nereye?
— Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
— Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebaamızdır.Defini tamamlamak gerek.
— İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
— Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
— Peki, ne yapmamı emir buyurursunuz?
— Mollalığa devam... Naşı kaldırmalıyız en azından.
— Aman efendim, nasıl kaldırırız?
— Basbayağı kaldırırız işte.
— Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...
— Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
— Şurada bir mahalle mescidi var ama...
— Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
— Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
— Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkânı çoktur.Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkânınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında.Yüzü sakilere benzemez. Hem manalı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,
vezirin de keza... Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar,musalla taşına yatırırlar.Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
— Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
— Nasıl yani?
— Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
— Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tespihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
— Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
— Biliyor musun oğlum, diye dertli dertli söylenir...Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin; elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helâya!
— Niye?
— Ümmeti Muhammed içmesin diye...
— Hayret...
— Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi. Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkıbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihâl. Hücceti İslam okurdum...
— Bak sen! Millet ne sanıyor hâlbuki...
— Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescitlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kâbe’yi görmeli...
— Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
— İşte bu yüzden Nişancıya, Sofulara uzanırdı ya... Hatta bir gün:
— Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada...
— Doğru, öyle ya?
— Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. İş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
— Peki, o ne dedi?
— Önce uzun uzun güldü, sonra;
— Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
Padişah ve İhtiyar
Çok soğuk bir kış günü padişah, tebdil’i kıyafet gezmeye karar vermiş
Yanına başvezirini alıp yola çıkmış Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler
Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş Padişah,ihtiyarı selamlamış” Selamunaleykum ey pir’i fani…”
” Aleykumselam ey serdar’i cihan…” Padişah sormuş
” Altılarda ne yaptın ?”
” Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…” Padişah gene sormuş
” Geceleri kalkmadın mı ?”
” Kalktık…Lakin, ellere yaradı…” Padişah gülmüş
” Bir kaz göndersem yolar mısın ?”
” Hem de cıyaklatmadan…”Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar Padişah başvezire dönmüş
” Ne konuştuğumuzu anladın mı ?”
” Hayır padişahım…”
Padişah sinirlenmiş
” Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım”Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş Bakmış adam hala orada çalışıyor
” Ne konuştunuz siz padişahla…” Adam, başveziri şöyle bir süzmüş
” Kusura bakma Bedava söyleyemem Ver bir yüz altın söyleyeyim”
Başvezir, yüz altın vermiş
” Sen padişahı, serdar’ı cihan, diye selamladın Nereden anladın padişah olduğunu”
” Ben dericiyim Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi”
Vezir kafasını kaşımış
” Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek…”
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış
” Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mi ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim” Vezir bir soru daha sormuş…
” Geceleri kalkmadın mı ne demek ?”Adam bir yüz altın daha almış
” Çocukların yok mu diye sorduVar, ama hepsi kız Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim…” Vezir gene kafasını sallamış
” Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek…” Adam gülmüş
” Onu da sen bul…”
AFFETMENİN HAFİFLİĞİ
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur: "Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek birşey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarını üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: "Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar." Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor." "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık." "Hem sıkıldık, hem yorulduk?" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.
HAYIRLI EVLAT :)
Nebraska'da yaşlı bir adam yaşardı.. Patates ekini için bahçeyi bellemesi gerekiyordu, lakin bu çok zor bir işti.. Tek oğlu olan David ona yardım edebilirdi fakat o da hapisteydi.
Yaşlı adam oğluna bir mektup yazdı ve sorunu açıkladı.
Sevgili David,
Patates bahçemi belleyemeyeceğimden kendimi çok kötü hissediyorum. Bahçeyi kazmak için oldukça yaşlanmış sayılırım. Burada olsan bütün derdim bitecekti. Biliyorum ki sen bahçeyi benim için hallederdin.
Sevgiler Baban
Bir kaç gün sonra oğlundan bir mektup aldı.
Babacığım,
Allah aşkına bahçeyi kazma. Ben oraya cesetleri gömmüştüm.
Sevgiler David
Ertesi gün sabaha karşı FBI ve yerel polis çıkageldi ve tüm sahayı kazdı lakin hiçbir cesede rastlamadılar. Yaşlı adamdan özür dileyerek gittiler. Aynı gün yaşlı adam oğlundan bir mektup daha aldı.
Babacığım,
Şimdi patatesleri ekebilirsin.Bu şartlarda yapabileceğimin en iyisini yaptım.
Sevgiler David
Masum istatistik
Almanya'da 70 bin Sağlık Kurumu... 8 bin kilise,
Fransa'da 60 bin sağlık kurumu... 9 bin kilise
Türkiye'de 7 bin sağlık kurumu... 77 bin cami
olduğunu biliyormuydunuz?
Onlar tahsilli ve sağlıklı olarak yaşayacaklar ama, gavur olacaklar; halbuki biz cahil ama, dini bütün olarak ölüp cennete gideceğiz.
Zaten bu dünya geçici, hiç bir şeyi dert etmeye değmez.
Boşu boşuna eğitime niye para harcayalım, nasıl olsa ölünce bir işe yaramayacak bu bilgiler.
Eh hastane dersen, boşu boşuna ölümünü, yani cennete gitmeyi geciktirmenin anlamı ne ?
En iyisi o paraları okul, hastane falan gibi gereksiz yerlere harcayıp, çarçur etmek yerine, cami yapımına harcayıp, daha çok müslümanı gönderelim cennete.
Orada seçim olursa; biz kazanırız.
Varsın bizi AB 'ye almasınlar,
biz de onları cennete almayız.(!)
Oh be ! İçim açıldı vallahi.
Beni arayan olursa camideyim.
Bir erkek gidince;
Kentin tüm yolları çökmüş,
Dağları yan yatmış gibi olur.
Bir erkek gidince,
Raflarda kalır dizi dizi kitaplar,
çekmecede dosyalanmış evraklar,
ödenmiş senet koçanları, su, elektrik faturaları, banka dekontları,
maaş ekstreleri, taksit tarihleri, kalın bir defter içinde doğum günleri,
baş başa çekilmiş gülen resimler,
telefonlar, görüşme günleri, araba anahtarı, cep telefonu, dizüstü bilgisayar,
Boynunu büker kalır.
Bir erkek gidince;
Susar dış kapının gürültüsü,
Kahvaltı için ekmek almaya, gazete getirmeye giden olmaz.
'Gelince ne gerekli?' diye telefon eden,
'Hazırlan, akşam gidiyoruz' diyen,
'Boyunbağım nerede?'
'çoraplarım yıkanmamış mı?',
'Hani beyaz gömleğim?',
'Anahtarımı unuttum!',
'Sahi, saatim evde mi kalmış!'
'Evlenme yıldönümümüz dün müydü?' Sesleri eksilir..
Bir erkek gidince;
Ev kapanmaz ama ışıkları söner, karanlığa gömülür..
Bir erkek gidince bir evden;
Bir dede,
bir baba,
bir oğul,
bir ağabey,
bir dayı,
bir amca,
bir kuzen,
bir yeğen,
bir torun,
bir delikanlı,
bir sevgili,
bir yiğit,
bir savaşçı,
bir barışsever,
göklerden bir kartal,
ormandan bir aslan,
bir günün aydınlık kısmı,
beynin yarısı,
mevsimlerden yaz olanı,
kolun iş göreni,
ayağın adım atanı kesilir.
Kısacası;
bir erkek gidince yatağın yarısı buz kesilir..
KADINLAR gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar.
Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde 'yetim-öksüz' kalan çok olur:
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler.. .
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu u nutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker 'sarıkız'.
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.
Bir kadın gittiğinde...
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında;
bir ağır işçi,
bir temizlikçi,
bir bakıcı,
bir bahçıvan,
bir muhasebeci.. .
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde.
Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar, dualar yetim kalır.
Kapı eşiğindeki 'Dikkat et...' duyulmaz, annesi gitmiştir 'geç kalma'nın.
Kadınlar, arkalarında büyük boşluklar bırakarak giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında. Ve bir kadın gittiğinde pek çok 'yetim' bırakmıştır arkasında.
Bekir Coşkun
İDEAL ÇİFTLİK EKONOMİSİ:İki ineğiniz vardır.
Birini satıp bir öküz alırsınız.
Sürünüz çoğalır, işler artar, ekonomi büyür…
Ancak ekonominin şekli ülkelere göre de değişir.
Örneğin,
ÇİNLİYSENİZ…
Bir ineğiniz ve bir öküzünüz vardır.
Buzağıları satar zengin olursunuz.
HİNTLİYSENİZ…
Bir ineğiniz ve bir öküzünüz vardır.
Ama onlara taparsın1z...
Açsınızdır ama Nirvana'ya ulaşırsınız.
PAKISTANLIYSANIZ…
Hiç ineğiniz yoktur.
Hindistandaki tüm ineklerin size ait olduğunu iddia edersiniz.
Bütün paranızla nükleer başlık alırsınız…
AMERİKALIYSANIZ…
İki ineğiniz vardır.
Altı inek kadar süt almak için 24 saat 3 vardiya zorlarsınız.
İnekler telef olunca, suçlayıp işgal edecek bir ülke ararsınız…
ALMANSANIZ…
İki ineğiniz vardır.
İkisi de mekanik harikasıdır…
Her saat başı, dakik süt verirler.
FRANSIZSANIZ…
İki ineğiniz vardır.
Birinden şarap diğerinden peynir sağarsınız…
BELÇİKALIYSANIZ…
Bir Fransız, bir Hollanda ineğiniz vardır.
Hükümet üçüncüyü vermiyor diye her yıl greve gidersiniz…
İNGİLİZSENİZ…
İki dananız vardır.
İkisi de deli-dana'dır.
İTALYANSANIZ…
İki ineğiniz vardır.
Nerede olduklarına dair bir fikriniz yoktur.
İSPANYOLSANIZ…
İki ineğiniz vardır.
Sürekli siesta yaptıklarından nerde olduklarını bilirsiniz.
YUNANLIYSANIZ…
AB damgalı iki ineğiniz vardır.
Ama süt sağmayı bilmezsiniz.
İSVİÇRELİYSENİZ…
Beşyüz ineğiniz vardır.
Ama hiç biri sizin değildir.
Hepsinden kira alırsınız.
JAPONSANIZ…
İki ineğiniz vardır.
İkisi de bilim harikasıdır.
Tavşan kadar küçük ve iki kat fazla süt verirler.
RUSSANIZ…
İki ineğiniz vardır.
Fakat dört tane var sanırsınız.
Çünkü votkayla çift görünürler...
TÜRKSENİZ…
İki öküzünüz vardır.
Birini başbakan, diğerini cumhurbaşkanı yaparsınız!
Prof. Özcan Köknel, "Çatışan Değerlerimiz" adlı kitabında şöyle bir örnek vermiş:
Soru:
- Erkek kedi bir ağaca çıkmış ve inmek bilmiyor. Kediyi o ağaçtan indirmek için ne yaparsınız? "
Şıklar:
1- Ağaca Tırmanırsınız.
2- Merdiven dayayıp tırmanırsınız.
3- "Gel pisipisi" diye seslenirsiniz
4- Dişi bir kedi getirirsiniz.
5- İtfaiyeyi çağırırsınız.
Değerlendirme:
1) Ağaca tırmandıysanız; cesur ve girişkensiniz. İyi bir "satış temsilcisi" olursunuz.
2) Ağaca merdiven dayadıysanız; hedefe hangi yöntemle ulaşacağınızı planlayabiliyorsunuz. İyi bir "halkla ilişkiler müdürü" olursunuz
3) "Gel pisipisi" diye seslendiyseniz, saflık derecesinde iyimsersiniz. Ne yaparsanız, yapın, sakın kendi işinizi kurmayın.
4) Dişi bir kedi getirdiyseniz; kendi işinizi kurup çok başarılı ve ünlü olabilirsiniz.
5) İtfaiye gibi kurtarıcı görevlileri aradıysanız; sorumluluğu başkalarına atmayı beceren "iyi bir üst düzey yönetici" olursunuz.
Bu alıntıya ek yapanlar olmuş:
6) Ağacı kesersiniz, böylece başka kedilerin çıkmasını da engellemiş olursunuz: Sizden mükemmel bir " kamu yöneticisi " olur.
7) "Bana ne" deyip yolunuza devam edersiniz. Sizden çok iyi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olur.
8) Kendiniz dişi kedi kılığına girip ağacın altında cilve yaparsınız. Magazin medyası peşinizi bırakmaz, şöhret olursunuz.
9) Kediyi silahla vurursunuz ve ağaçtan düşer. Amaç kediyi ağaçtan indirmek değil miydi? Sizden çok iyi bir darbeci paşa olur.
10) Yüksekçe bir yere çıkıp çevrede biriken topluluğa kedileri ne kadar sevdiğinizi anlatırsınız. Sizden çok iyi CHP başkanı olur.
11) Kediye bağırıp çağırıp hakaret, tehdit ederek indirmeye kalkarsanız sizden çok iyi AKP genel başkanı olur . . .
12) Önce fakirleştirip sonra elektriği ve içine koyacağı yiyeceği olmayan eve buzdolabı ile fırın, suyu ve tabağı, giyecek elbisesi bile olmayanlara da bulaşık makinası ile çamaşır makinası verirsin, sonra çıkıp biz sosyal devletiz walla seçim yatırımı değil bunlar gibi yüzün kızarmadan söylediğin gibi, kediye de gel pisi sana et süt verecem dersin, yer kedi de herhalde :))
Az önce okuduğum güzel bir yazıyı buraya da yazmak istedim.umarım beğenirsiniz.
Metrodaki kemancı…
Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.
Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.
Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.
Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.
En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı…
Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi…
Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?
Bir dostum yollamış,paylaşayım dedim.
BİR DOST
Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...
"Nereden çıktın bu vakitte" dememeli, bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında;
"Gözünün dilini" bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...
Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. ihtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.
Kucaklamalı seni güvenli kolları,
...dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...
En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz...
Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.
Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli.
Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona, övdüğünde de sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin, "hak ettim" diyebilmelisin.
Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegane şahidi...
Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş...
Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin.
Ve sen ağladığında, onun gözünden gelmeli yaş...
* * *
Böyle bir dostum var benim.
Pek sık görmesem de hep yanımda olduğunu bildiğim, yalansız riyasız dertleşebildiğim.
Kuşağımın en iyisiydi hilafsız...
Beraber okuduk, birlikte koştuk son 20 yılın amansız parkurunu...
Katılasıya ağladık, doyasıya güldük yol boyu... Ekmeğimizi ve acılarımızı bölüştük. Çocuklar doğurduk, büyükler gömdük.
Sonunda yara bere içinde oraya buraya savrulduk.
Buluştuk geçenlerde...
Bitaptı; kayan bir yıldız kadar ışıltılı, bir o kadar yorgun:
"- N'apıyorsun" diye sordum.
"- Seyrediyorum" dedi; "çaresizce, öfkeyle, şaşkınlıkla ama sadece seyrediyorum".
Seyrettiği; kuşağımızın en kötülerinin, pespayelik yarışında ipi ilk göğüsleyenlerin zirveye hak kazanmalarındaki akıl almaz gariplikti.
İyiliğin ve ustalığın bu kadar eziyet gördüğü, kötülüğün ve yeteneksizliğin bunca ödüllendirildiği bir başka coğrafya var mıydı acaba?
Okuldaki ideallerimizden, gençlik coşkumuzdan söz ettik bir süre; tozlu raftaki bir kitabı yıllar sonra merakla karıştırır gibi...
Ülkemizin kaderini değiştirmeye azimliydik mezun olurken; lakin karanlığını boğmaya yemin ettiğimiz ülke, karanlığına boğmuştu bizi...
Pazarda görsek tezgahından meyve almayacağımız adamların cenderesinde bir ömür geçirmiş, tünelden çıkış sandığımız ışığın, üstümüze gelen kamyonun farı olduğunu çok geç fark etmiştik.
Velhasılı ne sevebilmiş, ne terk edebilmiştik.
Krizde geçmişti bütün gençliğimiz; ve şimdi çocuklarımıza tek devredebildiğimiz, çok daha ağırlaşmış bir kriz...
"- İşte" diye iç geçirdi kadim dostum, "...bunları seyrediyorum bir kenardan sessizce..."
* * *
İşte en çok da böyle zamanlarda bir dostu olmalı insanın...
Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, cesaretle ihanet arasında gidip gelen bir salıncağın sınavında birbiriyle kaynaşmış iki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri...
"Parkurun bütün zorluğuna rağmen dostluğumuzu koruyabildik, acıları birlikte göğüsleyebildik ya; yenildik sayılmayız" diyebilmeli...
Issızlığın, yalnızlığın en koyulaştığı anda, küçücük bir kağıda yazdığımız kısa, ama ümitvar bir yazıyı, yüreğe benzer bir taşa bağlayıp birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz:
"Bunu da aşacağız!
İmza: Bir dost!.."
Sema ismindeki sevgilisine doğum gününde ''SEMAVER'' hediye eden
arkadaşıma bir alkışla başlayalım. . . .
----------
Emniyet kemeri
Nişantaşı-Kadıköy dolmuşu için bekliyoruz. Bir taksi geliyor dolmuş
yerine. Ön koltuğa oturan kadın her normal insan gibi emniyet kemerini
takıyor. Ancak şoför amcamız emniyet kemerinin iyice ortaya çıkardığı
dekolteye bakmaktan yola bakamadığı için bir müddet düşünüyor ve içini
çekerek kadına sesleniyor. 'Abla, çıkar emniyet kemerini, böylesi daha
emniyetli hepimiz için.'
-------
Aman da aman!
Ateşli bir gecenin sonunda omzunda yatarken soruyorum 'Beni seviyor
musun?' diye. Magmalara gelesice kocamdan cevap geliyor. 'Sevdik ya!'
------
Bu nasıl küslük?
Tartışmıştık. Kendi kendime; 'Asla barışmayacağım!' demiştim. Ben, tam
kapıdan girerken, o çıkmaya çalışıyordu ki çarpıştık. 'Çekilsene
önümden be!' dedim. 'Sen çekil!' dedi. 'Hayret bir şey! Nerede durmamı
isterdiniz beyefendi?!' dedim. 'Ben konuşurken ardımda, üzgünken
önümde, ağlarken yanımda, neşeliyken gözlerimde durmanı isterdim
sakıncası yoksa hanımefendi?! ' dedi. 'Ta ta tabii...' diyebildim
sadece. Kadın değil miyiz? İki tatlı lafa, yelkenler fora
------
Pozisyon
Aile eşrafının bahçede oturup sohbet ettiği esnada, başını yere
koymuş, poposunu havaya kaldırmış köpeğimizi görünce 'Aa bak, senin en
sevdiğin pozisyon!' dedin ya; artık bilmiyorum, nasıl bakacağız onca
insanın yüzüne!
------
Nezaketen
Eski erkek arkadaşımla kahvaltı ediyoruz. Onda kalan ve hatıra olarak
sakladığı küpeleri isteyip istemediğimi soruyor, 'Gerek yok.' diyorum.
Bunun üstüne bana dönüp bilmiş bilmiş 'Vermeyecektim de nezaketen
sordum.' diyor.
Aradan 10 dakika geçiyor, bu sefer ben ona sokuluyorum ve gözlerinin
içine bakarak en seksi sesimle 'Beni ister miydin?' diyorum. Gözleri
parlıyor ve, 'Tabii ki, evet.' diyor. Bunun üstüne ben önüme dönüyorum
ve 'Vermeyecektim de nezaketen sordum.' diyorum. İntikam biz kadınları
gerçekten güzelleştiriyor.
------
Bireysellik
Anneme, 'Hayatıma giren erkekler neden bu kadar çabuk çıkıyor? Bendeki
şanssızlık genetik mi?' diye sordum.
'O senin bireysel salaklığın, bizi bulaştırma!' dedi. Hemen sustum.
------
Kanser çeşitleri
Bir alkış da metroda, elektrik paneline oturmakta ısrar eden gençlere
''Bak karışmam g.t kanseri olabilirsiniz haa...'' diye gayet bilimsel
bir ikna yöntemi sergileyen görevliye gelsin. Zira biz de gülmekten
çene kanseri olduk
-------
Kapak
Gece yatakta harlı bir tartışmanın sonucunda ''Bu da sana kapak
olsun!'' diyerek yastığımı kaptığım gibi salona doğru ilerliyordum ki,
kozalağımın yorumu gecikmedi. ''Peki canım, kaç kapak biriktirmem
gerekiyor verebilmen için?'' Neyi ulan neyi
--------
Evlilik
Evlenmememle ilgili annemden gelen son yorum: 'Bu da akraba
evliliğinin bir sonucu sanırım; gizli salaklık!'
-------
Babacan Polis
Farkında olmadan polis arabasının önüne oturan genç arkadaşı, camı
açıp 'Yavrum orası rahat değildir, gel içeri, arka koltukta otur!'
diye uyaran polis amcayı alkışlamamak haksızlık olur
--------
Anneler hep bilirler
Annem hep; 'Atlet giy, ileride pişman olursun.' derdi. Akciğer
röntgeni çektirmeye gittiğimde; 'Sutyenini çıkar, atlet kalsın.'
denildiğinde o pişmanlığı gerçekten yaşadım.
---------
Pratik
'Canım sıkılıyor, değişik bir şeyler yapalım.' dedim, 'Çocuk yapalım.'
dedi. 'Daha erken.' dedim, 'Olsun pratik yapalım, nasıl yapıldığını
unutmayalım.' dedi... Anlıyorum canım, sen de haklısın
Okuyacaklarınız tamamen gerçek mahkeme tutanaklarıdır
SORU: Doğum tarihiniz nedir?
CEVAP: 15 Temmuz
SORU: Hangi yıl?
CEVAP: Her yıl
SORU: Hastalığınız hafızanızı etkiliyor mu?
CEVAP: Evet
SORU: Peki ne şekilde etkiliyor?
CEVAP: Olaylari unutuyorum.
SORU: Bize unuttuğunuz bir şeyi örnek olarak verebilir misiniz?
SORU: Sizinle yasayan oğlunuz kaç yasında?
CEVAP: Ya 38 ya da 35 Hangisi olduğunu hatırlamıyorum.
SORU: Ne kadardır sizinle yasıyor?
CEVAP: 45 yıldır
SORU: Kocanız uyandığı zaman, size söylediği ilk şey neydi?
CEVAP: Bana ''Neredeyim ben, Canan?'' dedi.
SORU: Peki bu niçin caninizi sıktı?
CEVAP: Çünkü benim adim Suzan...
SORU: Korna çaldınız mı?
CEVAP: Kazadan sonra mı?
SORU: Kazadan önce.
CEVAP: Tabii; 10 yil boyunca...
SORU: Kadının üç çocuğu vardı değil mi?
CEVAP: Evet.
SORU: Kaçi erkekti?
CEVAP: Hiçbiri.
SORU: Hiç kız çocuğu var mıydı?
SORU: Merdivenlerin bodrum katına indiğini söylediniz.
CEVAP: Evet.
SORU: Ayni merdivenler yukarı çıkıyor muydu?
SORU: Ilk evliliğiniz nasıl sona erdi?
CEVAP: Ölümle.
SORU: Ölen kimdi?
SORU: Saldirgani tarif eder misiniz?
CEVAP: Orta boyluydu, sakalı vardı.
SORU: Kadin miydi, erkek miydi?
SORU: Vücudu incelediğiniz zamanı hatırlıyor musunuz?
CEVAP: Otopsi 18.30 da başladı.
SORU: Adam ölüydü değil mi?
CEVAP: Yok, masada oturmuş, neden üzerinde otopsi yaptığımı merak ediyordu
__,_._,___
Asagidaki konusmalar gercekten olmus ve Deniz Navigasyon kanali 106'dan
(Finisterra/ Galicia ) kaydedilmis:
Ispanyollar: 'Burasi A-853, çarpısmadan kaçınmak icin lutfen rotanizi 15
derece guneye cevirin. Su anda 25 deniz mili uzakliktasiniz ve tam
uzerimize dogru gelmektesiniz'
Amerikalilar: 'Asil siz kendi rotanizi 15 derece kuzeye cevirin'
Ispanyollar: 'Negatif! Tekrarliyoruz, rotanizi 15 derece guneye cevirin'
Amerikalilar: 'Sizinle ABD gemisinin kaptani konusuyor, kendi rotanizi
derhal 15 derece kuzeye cevirin!'
Ispanyollar: 'Onerinizi makul ve mumkun bulmuyoruz. Bize carpmak
istemiyorsaniz 15 derece guneye cevirin'
Amerikalilar: (Sesini yukselterek) 'Sizinle ABD deniz filosunun
buyuklukte ikinci ucak gemisi USS Lincoln'un kaptani Richard James Howard
konusuyor, beraberimizde iki kruvazor, avci ucaklari, dört
denizalti var. Ayrica bizi hucumbotlar destekliyor. Size TAVSIYE
etmiyorum, EMREDIYORUM! Rotanizi 15 derece kuzeye cevirin, aksi halde
filomuzun emniyeti icin gereken tedbiri alacagiz! Derhal rotamizdan
cekilin gidin!
Ispanyollar: 'Sizinle Juan Manuel Salas Alcantara konusuyor, burada iki
kisiyiz. Beraberimizde bir köpek, aksam yemeğimiz, iki şise bira ve bir de
kanaryamiz var. Kanarya su anda uyuyor. Ayrica bizi radyo istasyonu Cadena
Dial de La Coruna' destekliyor. Su anda İspanya'nIn Finisterra Galicia
kiyisinda ve A-853 numaralı deniz fenerinde olduğumuzu, buradan hiç bir
yere gitmeye niyetimiz olmadığını söyleyelim. Deniz fenerimizin
İspanya'daki deniz fenerleri arasında büyüklük açısından kaçıncı sırada
olduğu konusunda hiç bir fikrimiz yok. Kayalık sahillerimize kafadan
geçirmek üzere yönlenmiş geminizin emniyeti için
istediğiniz tedbiri alabilirsiniz. Ama yinede israrla
tavsiye ediyoruz rotanizi 15 derece güneye çevirin.
Amerikalılar: Okey, anlasildi. Tesekkurler.
Belki yeter artık diyeceksiniz ama okudukça kendime engel olamıyorum ve gönderiyorum.
RADYOLOJİ
En büyük alkışı (üzülerek) radyocu olma sevdasıyla ÖSS tercihlerinde Radyoloji bölümünü yazıp ve nasıl bir zekaysa kazanan yurdumun cahil kalmış gencine istiyorum.
NEREYE?
Sabah sabah durakta dolmuş beklediğimi gören ve pek muhabbetimiz olmamasına rağmen beni arabasına alan yan komşumuza bir teşekkür ediyorum. Yolda yanımızdan hızlıca geçen arabaya "Nereye gidiyosun ulan pezevenk?" diye bağırmasını kınıyorum. Ama üstüne alınıp "şehir merkezine abi" diye cevap veren kendime de büyük bir alkış istiyorum...
MODERN FIRLAMA
Büyük bir gürültü duyup salona koşan ve televizyonu yerde görünce tam 5 yaşındaki yeğenimi azarlayacağı sırada "Sus zaten canımı zor kurtardım!" diyerek arazi olan yeğenime ve ağzının payını alınca dona kalan yengeme büyük bir alkış lütfen.
SİMİT
Telsizinin anteni kabak gibi gözüken simitçi kılığındaki sivil polisten "Amirim bi simit." diyerek simit isteyen arkadaşa da kocaman bir alkış...
HERKES İŞİNİ YAPSIN!!!
Bir alkış da "Neden bu kadar bağırıyorsun?" diyen sünnetçiye "Ben işimi yapıyorum. Sen de işini yap." diyen kardeşime lütfen.
HAVALE
Bankada gişenin önünde işlemimin yapılmasını bekliyorum. Yanımdaki gişede işlem yaptıran yaşlı teyzeye, işlemini yapan kadın soruyor: "Parayı kim alacak teyze? Alıcısına ne yazalım?" Teyzem cevap veriyor: "Bu paranın hayrını görme İnşallah yazalım."
KAHRAMAN DAYIM
Karısından biraz çekinen dayım hakkında anneannemin yorumu: "Bu adamı nasıl terörle mücadeleye aldılar? Adam daha karısıyla mücadele edemiyor!"
ÜSNÜÜÜ AÇ GÖZÜNÜ
Saat sabaha karşı 05:00 falan, bir arkadaşımla Sabahçı Kahvesi' nin kaldırımda çay içiyoruz. Yoldan ellerinde müzik aletleriyle çalıştıkları eğlence mekanından dönen vatandaşlar geçiyor. Kahvenin işletmecisi 18-19 yaşlarında olan klarnetçiye takılıyor: "Nasıl lan, öğrendin mi çalmayı" Klarnetçi elindeki klarneti havaya kaldırıp bombayı patlatıyor "Ürenmem mi beyav alacam Deniz'i Üsnü'nün elinden"
YANLIŞ ANLAMAYIN
Bir iş merkezinde 13. kattan beri asansörü paylaştığım ve hayatımda ilk defa gördüğüm bir adam zemin katta, tam kapı açıldığı anda, asansör bekleyen insanlar karşısında, açık olan fermuarını fark edip kapattı. Oradaki insanlara sesleniyorum: O adamla aramızda hiçbir şey olmadı!
HACİM NEDİR?
Öğretmen bir arkadaşımdan naklen; 5. Sınıfların Fen Bilgisi sınavının 2. sorusu: "Hacim nedir? Bir örnek vererek açıklayınız." Öğrencimizden gelen cevap: "Hacdan gelenlere hacim denir. Örnek: Nasılsın hacim?"
LENSPELİARMUS
Babamın Harry Potter için yorumunu sizlere aktarıyorum. "O kadar sihir, büyü yapıyor; kendine bir lens yapamadı. Hala gözlükle geziyor velet."
HIRSIZ-POLİS
Öğrenci evimize hırsız girdi. Olayı fark edince hemen polisi aradım ve evimize biri girmiş, dedim. Polisin verdiği cevap: "Hala yanınızda mı?" Evet abi, hazır dördüncüyü bulmuşken okey oynuyoruz. Tövbe tövbe.
daphne;yazdıklarının hepsi muhteşemdi :))valla ellerine sağlık..canım yurdumun canım insanları yaa...
d@phne süper yazılar:)
gülmekten şu anda gözlerimden yaşlar geliyor:)))
filizcim:)
ne yazık ki şikayet etmeden önce etrafımıza bakmayı bilmiyoruz...
Doğru söze ne denir. Haklısınız Süperbabaanne.
Bu arada kendine engel olma d@phne gerçekten yurdum insanı çok komik ya :))
epeydir taze itiraflar gelmiyordu . bugün gelenler çok hoşuma gitti. buyrun efendim:)
İşte ! aradığım kız bu
İlk yemeğe çıkışımızda cep telefonu çaldı. Elini çantasına attı. Kurcaladı, kurcaladı.
Telefon uzun uzun çalmaya devam ediyordu. Bir türlü bulamadı.
Sonra o güzel cümle döküldü dudaklarından:
'Evde mi bıraktım acaba?' İşte o an aradığım kız bu dedim.
Pişmanlık
Bilinçli tüketim, bilinçli üretimle olur 18.000 YTL kredi kartı borcum olduğunu öğrenen babamın ilk tepkisi;
'Keşke korunsaydım'
Altıncı his
6. His filmini izledin mi dedim.
Hayır ama çok övdüler dedi.
Bende filmin CD'si var, istersen vereyim izle, ben de çok beğendim dedim.
Şimdi izlersem bir şey anlamam, ilk 5 tanesini izlemem lazım önce dedi.
Sustum.Gülmedim bile. Artık görüşmüyoruz.
Maalesef Kaybettik
Aniden fenalaşan annelerini apar topar hastanenin acil servisine taşıyan, ancak yarım saat sonra doktorun 'maalesef annenizi
kaybettik' demesiyle
annelerinin öldüğünü öğrenemeyen(!) bunun yerine 'ulan nasıl kaybedersiniz koca kadını daha demin buradaydı!' deyip doktoru bir güzel döven komşularım var
duyurulur...
Danger
Önümüzde ilerleyen tankerin üzerindeki 'DANGER' yazısını görüp de
'Allah'ın akıllısı, tanker yazacağına danger yazmış' diyen ve arkasından kahkahalarla gülen teyzemi nerelere göndersem acaba?
Efendi Çocuklar
Lütfen bir alkış da benim anneme zira kendisi geçen gün televizyonda
zap yaparken, Aydın ve Fatih Ürek'i görünce, 'Ben bunları çok
severim, mankenlerle falan dedikoduları çıkmıyor, terbiyeli çocuklar' dedi.
KRİZ FIKRASI
Kriz yüzünden işten çıkarılan bir akademisyen ile bir gazeteci yurt dışına çıkmışlar.
Bir süre yiyip-içip eğlenmişler.
Doğal olarak paraları çabucak tükenmiş.
İş aramışlar ve bir çitlikte hayvan pisliklerini ahırdan kürekle kazıyıp çöp römorkuna atma işi bulmuşlar.
Bir süre çalışmışlar, başarılı olmuşlar, çiftlik kahyası da onları sevmiş ve hallerine acıyarak
"Size daha kolay bir iş vereceğim" diyerek onları yumurta paketleme işinde görevlendirmiş .
"Bunların irilerini ve iyilerini bu taraftaki kutulara, küçük ve kötülerini bu taraftaki kutuya koyacaksınız" demiş.
Fakat bizimkiler çok yavaş çıkmışlar, "Bu iyidir, değildir, küçüktür, büyüktür" tartışmaları ile işleri aksatmışlar.
Onları gözleyen kahya yanlarına gelmiş, "Siz Türkiye'de ne iş yapıyordunuz? " diye sormuş.
Bizimkiler "Gazeteci" ve "Akademisyen" diye cevaplamışlar.
Kahya, "Belli belli, sizin Türk aydını olduğunuz belli" demiş.
"Çok iyi bok atıyorsunuz ama iyi ve kötüyü ayırt etmeyi bir türlü beceremiyorsunuz! .."
FENA HALDE MUTSUZ BİR ADAM...
Bir zamanlar bir tepenin üzerindeki villada bir oğlan çocuğu yaşarmış. İyi de yaşarmış.. Köpekleri ve atları, otomobilleri ve müziği severmiş. Yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış. Bir gün Tanrı''ya "Büyüdüğüm zaman neler isteğimi buldum, uzun uzun düşünüp" demiş...
"Neler" demiş Tanrı''ya...
"Bir büyük evde yaşamak isterim. Ön kapısında heykeller olsun. Arka kapısında iki St. Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe içinde... Uzun, çok güzel ve çok müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı tatlı şarkılar söyleyen... "Üç güçlü oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim. Büyüdüklerinde birisi büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü, milli santrfor olsun.
"Ben bir seyyah olayım...
Okyanuslara yelken açayım, dağların zirvelerine tırmanayım, insanları kurtarayım. Bir Ferrari kullanayım, yollarda... "Ne güzel bir hayal bu" demiş, Tanrı... "Mutlu olmanı dilerim..."
Bir gün oğlan futbol oynarken ayağını incitmiş. Ondan sonra değil dağlara, ağaçlara bile tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmak da hayal olmuş tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtan bir şirket kurmuş. Bir kızla evlenmiş, çok güzel ve çok müşfik. Ama uzun değil, kısaymış. Saçları siyahmış ama, gözleri mavi değil, ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı söyleyemezmiş ama, harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri yaparmış. İşi dolayısı ile, kent dışında bir villada değil, kentte bir apartmanın teras katında oturmak zorunda kalmış, ama evinin deniz manzarası gene harikaymış. iki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama, evinde harika tüylü bir Ankara kedisi varmış. Üç kızı olmuş. En küçükleri tekerlekli sandalyede yaşamak zorundaymış, ama en güzelleriymiş. Üç kız da babalarını çok severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama birlikte denize, parklara giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş, bazen. En küçükleri hariç tabii. O gölgede bir ağacın altında oturur, gitarı ile şarkılar söylermiş. İyi para kazanmış ama, Öyle kırmızı bir Ferrari''si olmamış. Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi arkadaşına koşmuş...
"Ben" demiş, "Hiç mutlu değilim..."
"Neden" demiş, arkadaşı... "Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım uzun değil, ela gözlü, gitar da çalamıyor."
"Karın çok güzel" demiş, arkadaşı... "Harika resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik." Adam dinlememiş bile onu...
Bir gün karısına "Hiç mutlu değilim" diye dökmüş içini... "Neden" demiş karısı... "Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı düşlerdim, oysa 47''nci katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St. Bernard''ın yaşayacağı bir bahçem olsun isterdim, hani nerede..."
"Konforlu bir apartmanda yaşıyoruz" demiş karısı... "Oturduğumuz yerden okyanus görünüyor. Gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kedimizi okşuyor, güzel kuşların resimlerini yapıyoruz... Üç de harika çocuğumuz var.." Adam dinlemiyormuş bile...
Ruh doktoruna koşmuş bir gün...
"Ben mutlu değilim" diye...
"Niye" demiş, doktor...
"Çünkü ben bir gezginci olmak, okyanuslara açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim ve sakat bir dizim var şimdi... "Ama sattığım tıbbi malzemeler yığınla hayat kurtarıyor" demiş, doktor...
Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100 dolar vizite yazıp yollamış.
Bir gün muhasebecisine "Ben çok mutsuzum" demiş...
"Neden" demiş, muhasebeci...
"Bir kırmızı Ferrarim olsun isterdim hep... Ve dünya umurumda olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir yığın da sorunum var." "İyi giyiniyor, en iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupa''yı, Amerika''yı gezdin" demiş, muhasebeci. Ama adam dinlemiyormuş bile... Muhasebeci adama 100 dolar danışma ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde kırmızı Ferrari varmış çünkü. Adam, rahibe "Çok mutsuzum" demiş.
"Neden" demiş, rahip...
"Üç oğlum olsun isterdim. Biri bilim adamı, biri politikacı, biri sporcu. Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile.."
"Ama çok güzel ve çok zeki üç kızın var" demiş rahip... "Seni çok seviyorlar. Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası.."
Ama adam dinlemiyormuş bile...
Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bir beyaz hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu yatıyormuş. Vücuduna bağlı teller hastaneye kendi sattığı kalp cihazına gidiyor, kollarına bağlı serumlarla besleniyormuş.
Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi, dostları, ve rahibi yatağının başına toplanmışlar. Onlar da üzüntü içindeymiş. Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ve muhasebecisi imiş.
Bir gece adam hastane odasında Tanrı ile yalnız kaldığında "Tanrım" demiş... "Hatırlar mısın, çocukken sana yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım."
"Hatırladım" demiş, Tanrı... "Güzel bir hayaldi."
''Peki, niye onların hiçbirini vermedin bana" demiş, adam...
"Verebilirdim" demiş Tanrı.. "Ama sana istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim."
"Bak neler verdim sana... Bir güzel, sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev. Üç tatlı kız evlat.. Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu." "Evet" demiş, adam... "Ama bana benim gerçekten istediklerimi vereceksin sandım."
"Ben de senin, benim gerçekten istediğimi vereceğini sandım" demiş, Tanrı...
"Sen ne istedin ki" demiş, adam hayretle.. Tanrı''nın da bazı şeyler isteyeceğini hiç düşünmemiş hayatında.
"Sana verdiklerimle mutlu olmanı istemiştim" demiş Tanrı...
Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş. Sonunda yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine "Keşke bunu hayal etseydim" dediği bir hayal...
Bu defaki hayalinde, zaten sahip olduğu şeyler varmış hep.
Adam kısa zamanda iyileşmiş, 47''nci kattaki dairesinde çok mutlu yaşamış. Kızların şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün...
Geceleri de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar, gülümsermiş...
Sınır tanımadan büyük düşünmek... Hayal gücünü sonuna kadar zorlamak... Ama elde ettikleri ile de mutlu olmayı bilebilmek...
Tanrı''nın insana verebileceği en büyük iki nimet bu olmalı...
Bakın bakalım, size neler vermiş Tanrı...
Yazan : Hıncal Uluç
DEĞİRMENCİ, OĞLU VE EŞEK
Bir zamanlar, çok uzak bir köyde, aksakallı ihtiyar bir değirmenci yaşarmış. Değirmencinin genç bir oğlu varmış.
Baba oğul birlikte değirmende çalışıp, buğdaydan un yaparlarmış. Unu köylülere satar böylece geçinir giderlermiş.
Bir gün değirmenci pazara gidip; alışveriş yapacakmış. Yanına biraz para almış. Oğlu ile birlikte eşeğine binmiş, pazara doğru yola çıkmış. O gün hava çok güzelmiş. Yemyeşil kırlar çiçekler doluymuş. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyorlarmış. Baba oğul neşe içinde pazara giderlerken, köylülerle karşılaşmışlar. Köylüler onları görünce şaşırmışlar. Birbirlerine:
-Aaaa şunlara bakın! İki kişi birlikte eşeğe binmişler. Zavallı eşek ikisini birden nasıl taşısın? Bu insanlarda hiç insaf yokmu, demişler.
Değirmenci onların konuşmalarını duymuş:
-Doğru ya eşek çok yoruluyor. Bari ben ineyim de oğlum eşeğin üstünde gitsin, demiş.
Aşağı inmiş. Eşeğin yularından tutmuş, yürümeye başlamış. Oğlu da eşeğin sırtında gidiyormuş.
Bir süre sonra yolda iki genç kızla karşılaşmışlar. Kızlar kıkır kıkır gülüyorlarmış:
- Aaaa ne ayıp şey, gencecik delikanlı eşeğin üstünde gidiyor, ak sakallı ihtiyar adam aşağıda yürüyor. Hiç olacak işmi? İhtiyarlar dururken gençler eşeğe biner mi? diye konuşuyorlarmış.
Genç oğul bu sözleri duyunca:
- Baba kızların konuştuklarını duyuyor musun? Galiba doğru söylüyorlar. Gel ben ineyim sen bin, demiş. Delikanlı eşekten inmiş yerine babası binmiş. Pazara doğru gitmeye devam etmişler. Derken yolda bir çiftçiyle karşılaşmışlar.
Çiftçi:
-Hey ihtiyar, kendin eşeğe binmişsin, oğlunu yürütüyorsun. Yazık değil mi şu ufacık çocuğa, diye kızmış.İhtiyar kendi kendine bu adam haklı. Ama ne yapsam acaba diye düşünmüş. Sonra "en iyisi ben de aşağı ineyim., ikimiz birlikte yürüyelim."demiş. Eşekten inmiş. Baba oğul eşeğin yanında yürüye yürüye yola devam etmişler. Çok geçmeden yolda üç çocukla karşılaşmışlar. Çocuklardan biri onları görünce başlamış gülmeye... Bir yandan gülüyor, bir yandan da değirmenci ile oğlunu arkadaşlarına gösteriyormuş. Sonra çocuk, değirmenci ile oğluna yaklaşmış:
-Hihihi.Siz ikiniz ne gülünç görünüyorsunuz. Eşeğe ikinizde binmemişsiniz. Öyleyse onu yanınızda niye taşıyorsunuz demiş ve geçip gitmiş. İhtiyar artık dayanamamış:
- Oğluım, eşeğe ikimiz bindik "insafsız" dediler. Yalnızca sen bindin, ayıpladılar. Tek başıma ben bindim, kızdılar. İkimiz de binmedik, güldüler. İyisi mi biz bu eşeği sırtımız da taşıyalım demiş.
Yakındaki ağacın kuru ve sağlam bir dalını kesmiş. Sonra eşeği yere yatırmış. Onu ayaklarından bu sopaya bağlamış. Baba oğul sopayı omuzlarına almışlar ve eşeği böyle taşımaya başlamışlar. Köylüler onları görünce pek şaşırmışlar. İçlerinden biri:
- Bu ne hal değirmenci amca, demiş. Eşek sizi taşıyacağına siz eşeği taşıyorsunuz. Baba oğul, ikinizde kan ter içinde kalmışsınız!
Diğeri:
- İnsanların eşeği taşıdığı nerede görülmüş? Eşeği sırtınızdan indirin de siz ona binin, diye eklemiş. Baba oğul, şaşkın şaşkın birbirlerine bakmışlar.
-Ne yapsak insanlara beğendiremedik, demişler.
Değirmenci eşeği aşağı indirmiş. Ayaklarını çözmüş. Sonra oğluna:
-Oğlum, iyisi mi biz bundan sonra her söylenene aldırmayalım. Doğru olan neyse onu yapalım. İnsanlar ister beğensinler, ister beğenmesinler demiş. O günden sonra değirmenci ve oğlu bir iş yapacakları zaman düşünmüşler, işi bilen kişilere danışmışlar, en doğru kararı verdikten sonra da uygulamışlar. Bir daha da her söz söyleyenin dediğine aldırmamışlar.
Alıntı
"Erkekler ağlamaz.''
''Erkekler korkmaz.''
''Erkekler karı gibi gülmez.''
Derken ortalık dul kadından geçilmiyor.
Zira erkekler genç yaşta Hakk'in rahmetine kavuşuyorlar.
Siz hiç kapı komsusuna sabah kahvesine gidip karısinı çekiştiren erkek gördünüz mü?
Fare görünce bağıran?
''Bu ara sinirlerim zayıf'' deyip habire ağlayan?
Oysa onlar da kadınlarla aynı duygulara sahip olarak geliyorlar
dünyaya.
Lakin daha ilk gün ayaklarına mavi patik giydirmek suretiyle ''Ağir ol bakalım!'' diyoruz.
''Ne alákası var mavi patikle?'' demeyin.
Mavi soğuk ve ciddi bir renktir.
Kime isterseniz sorun.
Ve katiyen tesadüf değildir o patiklerin rengi.
Düşünülmüş, taşınılmış, seçilmiştir.
Ayağa giydirildiği anda kulağa şunlar fısıldanmış demektir:
Sen erkeksin.
Erkek olmanin gerekleri vardir.
Ömrünün sonuna kadar bunlari yerine getirmekle yükümlüsün.
Ömrünün süresi ise çatlama kat sayına bağlı.
İçine ata ata ne kadar yaşayabilirsen artık.
Bize sorarsan pek uzun süreceği kanaatinde değiliz.
Dikkat edeceğin husus, en dramatik hallerde bile mavi patikli olduğunu unutmamandır.
Misal,
Ásık oldun.
Sakın belli etme. Bırak karşındaki yansın tutuşsun.
Sen ağır ol.
Molla desinler yeter ki ásık demesinler.
Misal,
Sevgilinden ayrıldın.
Sakın ağlayıp sızlama.
Yine bırak karşındaki yıkılıp sürünsün.
Gözyaşı dediğin kadın kısmına yakışır.
Zaten senin gözyaşı bezlerin mavi patik operasyonuyla alınmış
bulunuyor.
Misal,
Eve hırsız girdi.
Tıkırtı duydunuz ya da hırsızla burun buruna geldiniz.
Kim boğuşacak adamla?
Bak bakalım karının ayaklarına!
Ne renk patikleri?
Pembe.
Ya hırsızınkiyle seninki? Mavi.
Kural,
Mavililer boğuşacak.
Pembeliler bağıracak.
Herkes görevini bilsin.
Ta doğumhanede yapıldı bu iş bölümü.
Misal,
Eşinle kavga ettin.
Ne yapacaksın?
Hiç.
İşine gidip hiçbir şey olmamış gibi çalışacaksın.
''Ay İsmail çok sinirim bozuk, benimki sabah sabah anneme laf etti'' diyemezsin.
Karın o esnada telefonun başında,
bir sigara ve bir kahve eşliğinde arkadaşlarına seni çekiştiriyor olabilir.
Olsun.
Onun mazereti var,
patikleri pembe.
Misal,
Evde aniden bir böcek peydahlandı.
Kim gidecek üstüne?
Tabii ki sen.
Zira karının gitmesi hiçbir işe yaramaz.
Böcek renk körü mü?
Maviyle pembeyi ayıramaz mı?
Ve sorarım sana, hangi böcek pembeden korkar?
Ama mavi...
Birrrrr.
Misal,
Savaşa gidilecek.
Kim gidecek?
Tabii ki Mehmetçik.
Sen hiç ''Vatan sağolsun'' diye bağıran Ayşecik gördün mü?
Benim bildiğim Ayşecik kameranın karşısında
''Size baba diyebilir miyim amca?'' diyordu.
Ve hatırladığım kadarıyla omuzunda tüfek falan da yoktu.
Diyeceğim o ki,
Mavi patikli olmak gerçekten zor zanaat.
ve Özellikle de seviyorken..
bırak mavi patiği falan..yapman gereken tek şey duygularını dışa vur.boşver şimdiye kadar sana dayatılanlara..ve oğlun olursada sen başlat mavi patiğe son kampanyasını.belki ilk sen olacaksın ama unutma deniz yıldızı hikayesini..yorumunu bile adsız yazmışsın.gevşe rahatla ve bence sende birgün dene karşı komşunla eşini çekiştirmeyi..çok rahatlayacksın inan :)
ALET MESELESİ Bir zamanlar Ingiliz hukumeti cocugu olmayan ailelerin bu sorununu cozmek icin "Cici Baba" servisi kurmus. Cici Baba evliliklerinin ilk bes yilinde cocuk sahibi olamayanlara yardim eden bir devlet memuru.
Smith ailesi de boyle bir servis icin basvuruda bulunur, heyecanla "Cici Baba" yi beklerken kapi calinir, ancak gelen kisi cici baba adayi degil, kapi kapi dolasan bir bebek fotografcisidir. Konusma soyle gelisir;
Ms Smith: Gunaydin
SATICI : Gunaydin efendim ben sey icin gelmistim
Ms Smith : Aciklamaniza gerek yok kocam herseyi anlatti.Buyrun iceri girin
SATICI : Oylemi? Bebek isinde ustume yoktur, ozellikle ikizlerde. Ms Smith : Kocamda oyle soyledi buyrun oturun.
SATICI : O zaman kocaniz belki de size ..................
Ms Smith : Aa evet,ikimizde en iyi sonucun boyle alinacagini dusunuyoruz.
SATICI : Oyleyse hemen baslayalim.
Ms Smith : (KIZARARAK) Sey nerede baslamali?
SATICI : Her seyi bana birakin.Ben genellikle iki kez banyo kuvetinde, bir kez kanapede ve belki bir kac kez yatakta denerim. Bazen oturma odasinin halisinde iyi oluyor.
Ms Smith : Banyo !! Oturma odasinin halisi!!! Neden bizim beceremedigimiz anlasiliyor. SATICI : Sey hanimefendi , hic kimse ilk seferinde iyi bir sonuc garanti edemez ama alti yedi kere denersek bir tanesi mutlaka sahane olacaktir.
Ms Smith : Afedersiniz ama biraz fazla olmuyormusunuz?
SATICI : Kesinlikle degil benim isimde insanlar aceleci olmamalidir.
Ms Smith : Basarili oluyormusunuz bari?
SATICI : (Cantasini acarak bebek fotograflari gosterir) Su bebeklere bakin bunlar benim islerim. Bakin bu dort saat surdu.
Ms Smith : Evet cok guzel bir bebek
SATICI : Fakat gercekten guc bir is. Gormek istiyorsaniz suna bakin, ister inanin ister inanmayin bu Londra'nin ortasinda, otobusun uzerinde oldu.
Ms Smith : TANRIM !!!!!!!
SATICI : Bunlarda sehrin en sirin ikizleri.Anneleri ile calismanin ne zor oldugunu bilseniz ikizlerin sirinligine daha cok sasirirsiniz. Ms Smith : Oyle mi ?
SATICI : Sormayin. Sununda isi dogru yapabilmek icin onu Hyde Park'a goturdum.Herkes cevremizi sardi. Pes pese dort bes tam boy ve is bitti.
Ms Smith : Dort bes tam boy !!!!! SATICI : Evet ustelik uc saatten fazla surdu.Sonunda bir kac kisi kalabaligi tuttu. Karanlik olmadan once yeniden denemeliydik ancak Serceler aletimin uzerine konup gagalamaya basladilar bu yuzden isi birakmak zorunda kaldik.
Ms Smith : Yani gercekten serceler seyinizi aaa-aletinizi isirdiler mi? SATICI : Evet boyle seyler oluyor tabi.Ben teknigimi gelistirmek icin tam uc yil harcadim. Mesela su bebek. Bu neticeye ancak buyuk bir magazanin ön vitrininde ulasabilirsiniz.
Ms Smith : Bu kadar da olmaz! SATICI : Hanfendi hazirsak ayagi alip geleyim.
Ms Smith : Ayak mi ????!!!!! SATICI : Aa evet , agir oldugu icin surekli elde tasimak zor oluyor bunun icin ayak kullaniyorum. Hanfendi ..... Hanfendi ..... Hay allah neden bayildi simdi bu...
yolun yarısından sonra
'Yaş otuz beş, yolun yarısı eder' deyince şair, yolu yarılayan kadınlar aklıma gelir.
Ne aradığını ya da ne aramadığını bilen kadınlar.
Aşkı, sevdayı mutlaka tatmış olurlar.
Bu nedenle onları yüzeysel duygularla kandırmak mümkün değildir.
Aşkın da aşksızlığın da kokusu bu kadınlara sizden önce gelir.
Ömrünün diğer yarısını kendini geliştirmeye adayacağından bilinçleri doruğa yükselir.
Akıl ve bedenle birlikte girdiği ortama renk ve ışık verir..
Yolu yarılayan kadınlarla kolay ve zor bir hayat iç içedir. Sevgisinde de ,öfkesinde de cömerttir.
Evet anlamına gelen kadınsı hayırlarla kapris yapılmayacağını çoktan
öğrenmiştir.
Erkeğin ne ardından gelir, ne de ilerisinde olmak için didinir.
Yan yana ,can cana duruşlar tercihidir.
Bazen bir anne şefkati, bazen de bir aslan kükremesi ile şaşkınlığa çevirir.
Onunla birlikte olan erkeğin her şeye hazır olması gerekir.
Yolu yarılayan kadınlar duygularını yaşamasını bilir.
Davranışları sebepsiz değildir.
Kalbi kırıldıysa ağlar, ağlayışının sebebi erkeğin ona sunacağı sevgi değildir.
Mutluysa kahkahalar atar, gülüşünün sebebi dikkat çekmek değildir.
Seviyorsa kıskanır, kıskanç oluşunun sebebi kendine güvensizlik değildir.
Üzgünse omuz arar, destek istemesi çaresizliğinden değildir.
Suskunsa sebebi vardır, kendi haline bırakılması gerekir.
Yolu yarılayan kadınların hissiyatı kuvvetlidir.
@ alsace,
valla doğru lafa ne denir,hele ki şu satıra:
Sevgisinde de ,öfkesinde de cömerttir.
bir de bu tabii:
Suskunsa sebebi vardır, kendi haline bırakılması gerekir
Dünya üç-beş bilgisizin elinde;
Onlarca her bilgi kendilerinde.
Üzülme, eşek eşeği beğenir:
Hayır var sana kötü demelerinde.
İnternette okudum sizlerle de paylaşmak istedim.
Bu herkese:
Aşk bir kelebek gibidir. peşinden koştukça hep senden kaçar.. en iyisi bırak uçsun, inan ki hiç beklemediğin bir anda gelip omzuna dokunuverir... Aşk mutlu eder, bazen de üzer... ama aşk özeldir, aşkını hak eden birine sunarsan eğer..
Bu sevgilisi olanlara;
Aşkın amacı birileri için "mükemmel insan" olmak değildir. Seni mükemmelliğe en çok yaklaştıracak insanı bulmaktır..
Bu çapkın olanlara;
Sevmediğin birine asla "seni seviyorum" deme.. içinde olmayan duygulardan varmış gibi sözetme.. kimsenin hayatına kalbini kırmak için girme.. sevgi dolu bakan gözlere asla yalan söyleme.. çünkü birine verebileceğin en büyük acı, aşık olmadığın birini kendine aşık etmektir.
Bu evli olanlara;
Seven insan "senin hatan" yerine "özür dilerim" diyendir. "neredesin" yerine "ben buradayım" diyendir.. "nasıl yaparsın" yerine "niye yaptığını anlıyorum" diyendir.. ve aşk "keşke" yerine daima "iyi ki" diyendir...
Bu evlenmek için gün sayanlara;
Bir kadın ve bir erkeğin birbirleri için ne kadar uygun olduğu, birlikte geçirdikleri zamanın değil, birbirlerine duydukları aşkın ne kadar sürdüğüyle anlaşılır.
Bu kalbi kırık olanlara;
Kalp yarası siz kanatmaktan vazgeçinceye kadar sürer.. ve ilacı bu acıya alışmak değil, ondan ders çıkarabilmektir.
Bu asık olmaktan korkan olanlara;
Aşka düş ama tökezleme.. anla ama bekleme.. paylaş ama isteme. Yaralan ama asla acıyı içinde büyütme...
Bu sevdiğini fazla sahiplenenlere;
Sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı bir şey varsa, o da sevdiğinin seninle mutsuz olduğunu görmektir..
Bu aşkını itiraf etmeye çekinenlere;
Sevdiğinden ayrılınca aşk acı verir.. sevdiğin seni terk edince daha da çok acı verir.. ama en acısı, onu ne kadar sevdiğini bilmesine hiç fırsat vermemektir..
Ve bu da dönmeyecek birini hala bekleyenlere;
Hayatın en hüzünlü anı, deli gibi sevdiğin insanın buna hiç değmediğini gördüğün andır.. ve en büyük kaybın onun için harcadığın yıllardır.. Senin aşkını şu gün hak etmeyen, bil ki 10 sene sonra yine hak etmeyecektir... Bırak, gitsin...
Bu burada bulunsun .
Can Dündar
AŞKA VE TERKE DAİR
Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında… En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı sohbetlerinizin konusudur. Göz yaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak… Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsınız ve nihayetsiz; "Ölmek var, dönmek yok"tur. Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını.. Tutkulu sevdaların gizli hançerleri baslar parıldamaya…
…
O, sevgisizliğinize yorar bunu… İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür. "Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler… Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ısıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden… Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size… Hoyrattır, bakmaz yüzünüze… Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar mahkum eder. Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden… "İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için…" dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz. İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek, terk edersiniz… "Madem öyle…" nin çağı baslar ondan sonra… Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde "günah sizden gitmiştir". Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz. Aşkın göçmenlik çağı baslar böylece… Daha özgür olacağınız limanlara demirlerseniz bir süre… Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni… Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini… Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye…Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla… "Bana ne…kendi seçimi" diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre…
Ama sonra… ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden… Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi, yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi… Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye… Dönüp "Seni hala seviyorum" diye bağırmak geçer içinizden… Dönemezsiniz. Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız. Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz… Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem "Ne olacak sonunda" kuşkusu… Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz. Sürünür gidersiniz…