10 Kasım 2014

    Yazan: Sis Etiket: »
    Beğeniler


     1o Kasım bugün, bununla ilgili yazmak isterdim ama özel günlerle ilgili sorunumu bilen biliyor. Onun yerine bu özel güne sinir olan, yok etmeye çalışan insanlara kafa yordum ben. Cumhuriyetin ve Atatürk' ün neredeyse simgesi olan Çankaya köşkünü değersizleştirmeye yok etmeye çalışan güya halkın seçtiği kişinin ruh haline kafa yoruyorum epeydir. Ve onun para kazancı sağlamak dışında peşinde olan avanesine.


    Bu toprakların insanı hep öngörülemezi gerçekleştirerek hem de kitlesel hezeyanlarla bunu yaparak tüm bilinen kuralları bozmuştur tarihte. Ben yine polyanna misali bunun gerçekleştiğine inanıyorum.
    Bir şeyi yeniden yaratmak isterseniz eğer öncekini tümüyle yok etmek zorundasınızdır. Ama sanki bu toprağın insanında bu ters tepiyor, o yüzden onlar yok etmeye çalıştıkça asılan bayrak sayısı da artıyor, Anıtkabir' deki ziyaretçi sayısı da.

    Haa bu bizi kurtarır mı? Hayır kurtaramaz.

    Seçilmiş ama Atatürk diyemeyen Cumhurun başı ile ilgili okunmaya değer bir yazı bu. Uzun ama okursanız algınıza bir şeyler katacaktır.

    Söyleşiyi yapan:

    ELİF KEY elifkey@gmail.com Bu linkte orjinali. 
     
    Prof. Dr. İştar Gözaydın, Doğuş Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı. Yirmi beş yıldır din ve devlet ilişkileri, insan hakları, Diyanet İşleri Başkanlığı ve din özgürlüğü üzerine çalışıyor.
    Gözaydın’la Diyanet’in son açıklamalarından başladık, devletin kimliklerimiz üzerindeki din hanesinde bu kadar tepinmesine, ve talep ettiği vatandaş tipine değinirken şuraya vardık: “Beşerin tahammülü sınırlıdır; toplumları nefes alamayacak hale getirmenin bedelinin ağır olacağı gerçeği tarihte tekerrür defaatle tekerrür etmiştir.”

    İstanbul için yeşil alan ihtiyacı çok açık

    Diyanet’in son Validebağ direnişi üzerine yaptığı açıklamadan başlayalım. Diyanet İşleri Başkanı Görmez “Bir tarafta mescit inşa etmek üzere insanlar bir tarafta da ‘ağaçlar kesilmesin’ diye gösteri yapan insanlar görüyoruz. Her şeyden önce bu bize yakışmıyor. İbadet sevgisiyle tabiat sevgisi karşı karşıya gelecek sevgiler değildir” diye açıklama yaptı. Görmez’in bu uyarısı kime? Göstericilere mi yoksa ağaçları kesip saraylar, camiiler inşa edenlere mi?
    Sayın Görmez’in açıklamalarından önce Türkiye’de belirli bir süredir uygulanan sorunlu bir uygulamaya değinmek gerek. İster cami, ister hastane ya de ne olursa olsun bir kamu hizmeti için yeni bir mekan üretileceği  zaman ona ihtiyaç var mı diye bir çalışma yapmadan, bunun alt yapısı hazırlanmadan popülist ya da çıkarcı saiklerle harekete geçiliyor.
    Fotoğraf: DHA
    Fotoğraf: DHA

    Validebağ konusuna da Sayın Görmez’in açıklamalarına bu perspektiften bakmak gerek. Çevre de ibadet de anayasal haktır ama aralarında mutlak öncelikli bir sıralama yoktur. Bu durum ihtiyaca göre belirlenir. Validebağ’da da bu noktadan yaklaşarak şu soruların cevaplanması lazım.
    Bölgede ibadethaneye gerek var mı? Yakınlarda kaç adet ibadet yeri var? Yapılması planlanan ibadet yeri bir ihtiyaç ya da toplu bir talep karşılığında mı yapılmak isteniyor? Bununla beraber İstanbul gibi bir metropol için yeşil alan ihtiyacı ise çok açık. Olaya bu noktadan yaklaşınca üzülerek belirtmeliyim ki Sayın Görmez’in açıklamaları din üzerinden popülist politika üretmenin dışında bir şey değil.

    Erdoğan sigaranın zararlı olduğunu düşünüyor diye insanların cebindeki sigarayı alabiliyor 

    İktidar, Türkiye’nin dinle ilişkisini ne boyuta taşımak istiyor?
    Mevcut iktidar açıkça Türkiye’de muhafazakâr bir toplum istiyor. Bununla beraber onlara göre bu muhafazakârlık da iktidarın gösterdiği ve söylediği tarzda bir muhafazakarlık olmak durumunda. İktidarın din ile ilişkisi de bu şekilde okunmalı. İktidar dini ve onu yaşamayı da kendi direktifleri doğrultusunda oluşturmayı istiyor. Onlara göre toplumsal yaşamda tek doğru var ve bunu onlar biliyor; yani onlar öyle düşünüyorlar.
    Örneğin çok farklı bir konu ama Sayın Erdoğan’ın sigaraya bakışı da bunun bir göstergesi. Kendisi kullanmıyor, zararlı olduğunu düşünüyor diye insanların cebindeki sigarayı bizzat alma girişiminde bulunuyor. İlk bakışta vatandaşlarını düşünen bir lider görüntüsü olsa da bu özgür iradeye yapılan bir saldırıdır.
    Her insan kendi bedeni üzerinde söz sahibidir ve o bedeni nasıl kullacağına o karar verir. İster din, ister kıyafet, ister başka bir konu olsun, özgür iradeye, kişisel tercihlere konumu ve mevkii ne olursa olsun karışmak ve müdahale etmek kimsenin ne hakkı ne haddi.

    Devletin görevi ahlakla uğraşmak değil

    Devlet toplumun ne yediğine, ne içtiğine, ahlaki işlerine bu kadar karışır mı?
    Günümüzde devletin asli görevi vatandaşların temel ihtiyaçlarına cevap vermek olmalı. Bu bağlamda da ahlakla uğraşması devletin görevi değil. Ayrıca eğer günümüz Türkiye’sini konuşuyorsak, yolsuzluklarla bu denli anılan ve aklanmak için hiçbir gayret göstermeyen kadrolardan oluştuğu görülen bir yapının sunacağı ve belirleyici bir ahlak anlayışı sorunlu, traji-komik ve hepsinden de önemlisi tehlikeli sonuçlar doğurabilir.
    Fotoğraf: DHA
    Fotoğraf: DHA

    Hükümet kendince iyi olanı hedefleyip mutlak otoriter gibi davranıyor

    Erdoğan ısrarla ‘dindar bir nesil’ görmek istediğini söylüyor. Sizin bir yorumunuz var; “Liberal ekonominin hüküm sürdüğü düzende dindar nesil yetişmez.” Ekonomik sistemler dindarlıkta ne kadar belirleyici?
    Yanlış hatırlamıyorsam bunu televizyonda katıldığım bir programda söyledim. Buradan kastım asla liberal ekonominin hakim olduğu sistemin dinsiz bir nesil yetiştirmesi değil. Demek istediğim şey, günümüz liberal ekonomi ve liberal demokrasiye dayalı sistemlerinde insanların mütedeyyin olup olmayacaklarına kendilerinin karar verici olması.
    Eğer siz devleti yöneten kişi ya da kişiler dindar nesil istiyor diye politika belirliyorsanız, burada karşımıza özgürlük sorunu çıkar. Gelecek nesillerin ne şekilde düşüneceklerine, davranacaklarına karar vermek isteyen otoriter rejimlerdir. Üzülerek altını çizeyim, mevcut Türkiye’nin yönetimi kendince iyi olanı hedefleyerek mutlak otoriter davranışlar sergiliyor.

    Anayasa kimseyi dinini açıklamaya zorlamıyor

    Nüfus kağıtlarından din hanesi kaldırılmalı diyorsunuz. Niçin?
    nüfus cüzdanıÖncelikle bu durum Anayasaya aykırı. Anayasa kimse dinini açıklamaya zorlanamaz diyor. Buna karşın nüfus kağıtlarında din hanesinin açıklanması doğrudan bunu ilan etmek. Ayrıca, inanç hanesi doğumdan hemen sonra doldurulunca ayrı bir sorun da doğuruyor. Kimseye siz hangi dinden olmak istiyorsunuz ya da bir dine mensup olmak istiyor musunuz diye sorulmuyor.
    Diğer bir ifadeyle, devlet size doğduğunuz anda dininizi dikte ve empoze ediyor. Bunun bireyin ilerleyen dönemlerde kendi tercihine bırakılmasının daha özgürlükçü, daha sağlıklı olacağı kanısındayım.

    Türkiye artık yolsuzluklar ve iş cinayetleriyle anılıyor

    Bir tarafta sık sık dikte edilen bir Yeni Türkiye ve önümüze koyulan hedefler var, 2023’ler vs. Bir yanda da çöken bir Türkiye, göçük altında kalan insanlar, işçi ölümleri, adalet saraylarından adalet çıkmaması… Bu hep aynı Türkiye’ydi de şimdi başımıza mı çöküyor?
    Maatteessüf yeni Türkiye artık yolsuzluklar, iş cinayetleri ve hak mahrumiyetleriyle anılıyor. Bunun böyle gitmeyeceği, gitmemesi gerektiği açık. Bu noktada tıpkı Fransız Devrimi’nin resmi söylemi olan ‘eşitlik-kardeşlik-hürriyet‘ gibi ‘eşit-özgür-zengin‘ bir Türkiye tesis edilmeli. Elbette bu sloganda kalmamalı. Devlet önünde herkesin eşit olduğu, bireysel tercihlerde sınırlamanın olmadığı ve kişisel ilişkilere, ranta dayalı bireysel kalkınmanın yaşanmadığı bir Türkiye.
    DHA
    DHA

    Umarım ahlâkımız ve vicdanımız çökmüyordur

    Neredeyse Roboski’den bu yana kalkmayan bir siyah örtünün altındayız. Çok kayıplar verdik. Ve her şeye tepki verelim derken şimdi hiçbir şeye tepki veremez olduk. Alıştık mı, ahlâkımız vicdanımız da mı çöküyor?
    Umarım ahlâkımız ve vicdanımız çökmüyordur. İnsanın en önemli özelliklerinden birisi de alışmak. Bu noktada sizin de dile getirdiğiniz felaketler sonrasında bir alışma süreci yaşadığımız doğru. Bu da toplumun tepki vermesini etkiliyor ve onu kapatıyor. Ama aynı zamanda çok yakın tarihimizde Gezi gibi bir durum da mevcut. Buradan hareketle ben bu sessizlik halinin uzun sürmeyeceğini düşünüyorum.

    1920 ve 30’ların Türkiyesi’yle 2000’lerinki aynı!

    Devletler ihtiyaç ya da panik anlarında kanunlar çıkartır. Türkiye son günlerde ortaya saçtığı bazı muğlak, etki alanı çok geniş tasarılarla, kritik kanunlarla bize ne demeye çalışıyor?
    Hukuki kuralların bir işlevi yürürlükte olacakları toplumları biçimlendirmektir; yani toplumsal mühendislik. 1920’ler 30’lar Türkiyesi’nde çok uygulandı bu. Özellikle kendini kurucu addeden siyasi seçkinlerin, yani siyasi karar alma mekanizmasında yer alanların, birer toplumsal tahayyülü vardır. Cumhuriyet Türkiyesi’ni kuranlar Batılı, çağdaş olarak nitelendirdikleri bir toplum hayal ediyorlardı.
    İlginç olan 2000’ler Türkiyesi’nde iktidar olan ve özellikle erken Cumhuriyet dönemine eleştiriler yağdırmakta devam eden siyasi kadro da tıpatıp aynı yöntemi kullanıyor. Bunların da kendi ideal toplum tahayyülü mevcut; onu gerçekleştirebileceğini düşündükleri hukuki araçları üretip duruyorlar: içki kullanımından üremeyle ilgili düzenlemelere kadar.
    AKP de modern tüm yapılarda olduğu gibi standart, tek tip, ama muhafazakâr, otoriter ve kendi dini inançlarıyla sentezlenen bir toplum ideali olan siyasal bir yapılanma. Bu noktada toplumu kendi istekleri doğrultusunda dönüştürmeye çalışıyor. Cumhuriyetin tevhid-i tedrisat yani eğitimin tek elden yürütülmesi düzenlemesini 4+4+4 gibi düzenlemelerle bertaraf etmeye çalışırken merak ediyorum aynı jakoben tutumu sürdürmekte olduklarının ne kadar farkındalar?

    TC ‘makbul vatandaşlar’ istiyor

    TC nasıl vatandaşlar olmamızı istiyor? Ne yaparsak ya da ne yapmazsak bize kızmayacak, cezalandırmayacak? Kim olursak bize yan gözle bakılmayacak?
    Siyaset bilimci akademisyen Füsun Üstel’in literatüre kazandırdığı bir kavram vardır: makbul vatandaş. Her iktidarın kendi makbul vatandaş kabulü mevcut; etno-kültürel yönelimli bürokratik milliyetçilik ile sözleşmeci ulus söyleminin geçimsiz birlikteliğinin tayin ettiği bir yurttaş tipi 2000’lere dek Türkiye’deki yurttaşlık eğitiminin karakterini belirlemişti.
    AKP iktidarında, milliyetçi-muhafazakâr bir görüntü çizebilen, Sünni, dini vecibelerini yerine getiriyormuş intibası uyandırabilen işadamı, erkek yurttaşlarla; zinhar gülmeyen, pek etliye sütlüye karışmayıp, aykırı fikir beyan etmeyen edepli kadın yurttaş makbul vatandaş olsa gerek.
    Polisi de öyle yetkilerle donaltıldılar ki artık somut delil olmadan, ‘makul şüphe’ yetkisiyle istediği herkesi gözaltına alabilecek.
    Tüm bunlar takdir yetkisini neredeyse sınırsızlaştırmaya çalışan bir çabanın ifadesi! İşine geldiğinde, işine geldiğine karşı uygulanabilecek bir hukuki alan yaratmaya çalışmak. Oysa hukukun en önemli özelliği önceden bilinirliği, açıklığıdır. Türkiye’de yargı tarihi hakimlerin neleri ‘makul’ bulabildikleri yönünde kimi talihsiz uygulamalarla dolu. Teklifle ‘somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ yerine ‘makul şüphe’nin yeterli sayılması haklı olarak özel hayatın korunması açısından kaygı yaratıyor.
    İşin  ilginç tarafı, hukuka ‘somut delillere dayalı kuvvetli şüphe’ ifadesini bundan daha yedi ay önce, 21 Şubat 2014’te kabul edilen kanunla yine AKP hükümetinin sokmuş olması. Anlaşılan 17 ve 25 Aralık soruşturmalarının kapatılmış olması ile yedi aylık ‘somut delil’ uygulamasının sonuna gelinmekte.
    DHA
    DHA

    İktidar kendisini güvensiz hissediyor

    Jandarmayı da yeniden konumlandırdılar…
    Jandarma, İçişleri Bakanlığı’na bağlanan bir birim haline geliyor. Bütün polis teşkilatını keyfi bir şekilde kontrol eden, neo-liberal politikalarla özel güvenlik birimleriyle kendine bir yan güvenlik kolu oluşturan iktidar şu anda güvenlikçi politikalarda üst sınıra doğru gitmekte ve Jandarma’yı da kendisine bağlamakta. Bu durumun hem iktidarın kendisini güvensiz hissetmesi hem de daha büyük bir güç ile olağanüstü haller yaratması ile alakalı olduğunu düşünüyorum.

    Beşerin tahammülü sınırlıdır

    Halka, vatandaşa sık sık parmak sallanıyor. Vatandaşına toleransı bu kadar düşük bir devlet olabilir mi? Tarih toplumlarını rencide eden devletleri nereye koydu bugüne kadar?
    Beşerin tahammülü sınırlıdır; toplumları nefes alamayacak hale getirmenin bedelinin ağır olacağı gerçeği tarihte tekerrür defaatle tekerrür etmiştir. Günümüzde bunun henüz yaşanmamış olması, hiç olmayacağı anlamına gelmemeli. Eninde sonunda bu tarz bir davranışta olanlar yaptıklarının sonucunu görecektir diye düşünüyorum. Bunu şu an görmemelerinin sebebi otoriterliğin yarattığı körlük olsa gerek. Kendinizi her zaman var olacakmış gibi görmek, yarını hiç düşünmediğinizin işareti nihayet.
    erdogan sigara 3
    Türkiye,  ‘Ya sev ya terket’lerden ‘Ya sus ya terket’e mi savruluyor?
    Doğru, şu an yaşanmakta olan bir sessizleştirme politikası. Ben bunu Gezi ve benzeri sosyal hareketlerin ortaya koyduğu hak arama taleplerinin susturulmasına ve devlet terörünün toplumsal hafızadan silinmesine yönelik bir gayret olarak okuyorum; yani devleti kontrol edenler sosyal mühendislikle psikolojik mühendisliği bir arada uygulamaya çalışıyor.

    Kim Jong-il, Mübarek, Saddam ve Erdoğan…

    Tarihte olağanüstü liderler var, bir de olağanüstü haller ilan eden liderler. Tayyip Erdoğan olağanüstü haller ilan etmekte ne kadar mahir bir lider?
    Olağanüstü liderlerin olağanüstü yetkilerine imrenen ya da durduk yere kendilerinde olağanüstü liderlik vasfı vehmeden sıradan politikacılar, durmadan olağanüstü haller yaratmaya çalışırlar. Stalin böyle bir ‘lider’di. Kim Jong-il, Mübarek, Saddam, Franco, Salazar hep böyle isimler. Erdoğan bunların sonuncu ve iyi örneklerinden biri.
    Olağanüstü liderlik özentisiyle bütün devlet yetkilerini elinde toplamaya hevesleneli beri, durmadan olağanüstü haller yaratıyor. Önce bir darbe iddiasıyla başladı, Ergenekon ve Balyoz davaları üzerinden olağanüstü bir durum yarattı.
    Bu hayalin mumu sönmeye başladığında, Gezi protestoları hakkındaki çoğu mesnetsiz iddialarla yeni bir darbe ve lobi kurgusu oluşturup altı ay kadar sürdürdü. Hemen sonra ‘Paralel Yapı‘ fantezisine geçti. Son olarak da Suriye ile ucuz bir savaş hayaline kapıldı. Ancak bu savaşın sanıldığı kadar ucuz olmayacağı ortaya çıktığında kendisini frenlemeyi başaramadı.

    Erdoğan’ın ‘olağanüstü lider’ fantezisinin bedeli çok ağır olabilir

    Bu bir bağımlılık hali sanki değil mi?
    Elbette, sürekli olağanüstü hallerle yaşamaya alışmak bir bağımlılık türüdür; insanın gerçeklik algısını bozar, hayalleri gerçek sanmasına yol açar. O zaman olmadık, gerçekten olağanüstü riskler alınır, bir kişinin olağanüstü liderlik vehmi uğruna gerçekten sonu olmayan bir savaşa bile girilebilir.
    Şu anda gelinen yer, bir olağanüstü liderimiz olsun diye yaratılan suni bir olağanüstü hal. Hepimiz sırf Erdoğan olağanüstü-seçilmiş-kurucu bir lider olsun diye, kaosun, karmaşanın ve olağanüstü ilginç zamanlar yaşamak durumunda bırakılıyoruz.
    Oysa tarihte olan hep bunun tersidir. Liderler olağanüstü hal yaratmaz, olağanüstü haller olağanüstü lideri yaratır. Gerisi sıradan politikacının fantezisinden ibarettir; ama bu fantezinin bedeli bazen tüm bir ülke için çok ağır olabilir.

    Davutoğlu: Katı doğruları ve şişkin egoları var

    Davutoğlu’na gelelim. Sizce nasıl bir başbakan? Kendi akademik kişiliğini, dış işlerinden gelen tecrübesini ve bu kişiliğini siyasete nasıl yansıtıyor?
    Davutoğlu öncelikle bir akademisyen. Akademik kurguların reel siyasette nasıl hayal kırıklığı yaratabileceğini, Türkiye’nin son dönemlerdeki Ortadoğu politikasında yaşanan çuvallamalarla gördük. Kendi katı doğruları ve idealleri de olan bir kişi olarak görüyorum sayın Davutoğlu’nu. Oysa politikacılık daha esneklik gerektiren bir alan. Ayrıca malum, akademisyenliğin meslek hastalığı genellikle şişkin egolardır; bütün bunlar birleşince ortaya zor bir tablo çıkıyor kanımca.
    Fotoğraf: Reuters
    Fotoğraf: Reuters

    IŞİD ile AKP rejimi arasındaki fark ilke ve hedefler değil, yöntem!

    Davutoğlu’nun yazılarında sık sık kullandığı ‘lebensraum’ söylemi size neyi çağrıştırıyor?
    Daha önce ben dâhil birçok başka yazar Davutoğlu’nun yazılarında kullandığı lebensraum yani ‘yaşam alanı’ gibi kavramların Nazi söylemiyle akrabalığına işaret etmiştik. Şimdi bu kavramların ima ettiği yayılmacı politikaların fiiliyat da kazanmasına tanık oluyoruz. Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi siyaset literatürüne mal olmuş bir kavram.
    Öyle görünüyor ki, AKP ve başbakanın da bir Büyük Ortadoğu Projesi var: Evrensel hukuk ve insan hakları değil, Sünni İslam temelinde kurulmuş büyük bir Ortadoğu Konfederasyonu. İnsanın söylemeye bile dili varmıyor ama IŞİD ile AKP rejimi arasındaki fark ilke ve hedefler değil, oraya varmak için kullanılacak yöntemler düzeyindeymiş gibi görünüyor.
    Esas mesele böyle bir düzenlemenin siyasal kültürü problemli olan bir yapıda, muhalif olan herkesi yıldırmak için kullanılacak olmasıdır. Daha da önemlisi bu maddenin Batı’yla benzetme yapılarak iktidar tarafından meşrulaştırılıyor olması. Bu yine iktidarın devlet yönetme konusunda otoriterleşen anlayışının bir başka göstergesi.

    One Response so far.

    1. Atatürk'e bu tahammülsüzlüğün psikolojik bir yanı da var diye düşünüyorum, nasıl olmasın ki? Bunu benden başka dile getiren oldu mu bilmiyorum ama sağlığında yanında olan ve anılarını yazan - şu an ismini aklıma getiremedim Rauf Orbay ya da başka bir isim olacak, okuyalı çok uzun zaman oldu çünkü - bir değerli isim, onunla birlikte Kurtuluş savaşını yapan, mecliste çalışan biriydi,,," Atatürk'ü kıskanıyorduk" demişti.

      Kıskançlık önemli bir duygudur, yine ismini hatırlayamayacağım ama tüm gazeteler yazmıştı, geçenlerde yani bir ay, iki ay oldu, bir kadın, yolda rastladığı hiç tanımadığı başka bir kadını güzel olduğu için saldırıp, bıçaklayıp mı ateşe ederek mi öldürmüştü. Sonra yakalanınca güzel olduğu için öldürdüğünü itiraf etti. Güzel olan her kadına düşmanmış meğerse.

      Başarılı insanlar, ünlü insanlar da hep kıskanılırlar, arkasından bir çekememezlik gelir, kıskançlık gözleri kör eder, şişman zayıfı, yoksul zengini, ünsüz ünlüyü, bebeği olmayan bebeği olanı kıskanır, bebeği olmadığ için komşusunun karnını yarıp bebeğini çalanı gazetelerde okumuştum başka bir ülkedeydi. Ünlü tv yıldızlarından kaç kez magazin sayfalarında okudum, (Hülya Avşar, Emel Sayın, Adnan Şenses) 'bu camiada dostluk yoktur herkes birbirinin kuyusunu kazmaya çalışır' derdi. Sebep tabii ki kıskançlık. Düşünün halbuki hepsi de ünlü insanlar yani biri ünlü, diğeri ünsüz değil. Ama yine de ötekinin ününü kıskanıyor! Zeki Müren Adnan Şenses ünlenmesin diye neler yapmış adamcağız anılarında anlatmıştı hatta sonunda 'seninle çok uğraştım ama sen başardın aferin' mi ne demiş yıllar sonra:) yani bir noktadan sonra artık onunla uğraşmayı bırakmış:) yine ünlü bir soprano, kendisi kadar ünlü başka bir soprano sırf seyircilerin önünde zor duruma düşsün diye birlikte düet yaparken şimdi tekniği aklımda kalmadı aryayı söylerken onu zor durumda düşürecek şekilde şarkıya girmiş.

      Çok kafanı şişirdim arkadaşım kusura bakma yani kıskançlık son derece yoğun, son derece tehlikeli bir duygu, hiçbir devlet adamı, başbakan, cumhurbaşkanının ölümünden 76 yıl sonra hala Atatürk kadar sevilmiyor e bu da büyük bir kıskançlık doğruuyor. Hani Özal'ın mezarına kaç kişi gidiyor ailesinden başka? Ki öleli daha az zaman oldu, ya demokrasi kahramanı dedikleri Menderes? Üç beş kişiden başka kim anıyor? Ne degaulle, ne Kennedy kimseye nasip olmadı bu sevgi. İŞte bu yüzden kıskanıp türlü türlü iftiralar atmaya başladılar.

    Siz de Yorum yapın