Yazarı: Jorge Luis Borges
Yayınevi: İletişim Yayınları
Çeviri: Fatma Akerson,Fatih Özgüven,Peral Bayaz Charum,Tomris Uyar
Sayfa sayısı: 152
Türü: Öyküler
Borges'in bütün zekâ ürünü hayallerini harekete geçirdiği, en geniş ilgi alanlarını -ölüm, goşolar ve savaşçılar- kapsayan, benzersiz bir kitap olan Alef' te, büyük yazarın en verimli döneminde yazdığı, sonraki yıllarda pek çok öyküsünde ve şiirlerinde yer alan kaplan, gül, düşler, Kabala, Tanrı'yı bulma olasılığı, ölümsüzlük gibi temaların filizlendiği on yedi öykü yer alıyor.
Borges, Alef’te bütün noktaları içine alan tek bir noktadan bahseder. Sonsuz bir noktadır ve her şeyi kapsar. “Alef’in çapı herhalde birkaç santimden fazla değildi, ama tüm âlem gerçekten ve eksiksiz içindeydi.” (7) Gerçekten de, öncesiz ve sonrasız bir nehirde akıp giden bir noktadan başka neyiz ki?..“…iki ayna arasında duran bir küre gördüm, aynalar küreyi sonsuz sayıda çoğaltıyorlardı.” (8)
“Her düşsel öykünün gerçek olduğunu belirtmek moda oldu günümüzde, ama benim ki gerçek.” (9) Anlatıcının araya girerek öykü ile ilgili yaptığı açıklamalar, bir Borges klasiğidir.
Borges ve Sonsuzluk
“Evreni edebiyatta özetleyen yazar “ olarak anılan Borges “Alef” öykü kitabındaki mistik, allegorik ögeleri bilim kurgu ile ustaca harmanlamış. Kitaptaki öyküler yüzeysel olarak okunduğunda müthiş akıcı ve okuru merakta bırakan bir kurgu içinde soluksuz izleniyor. Ancak derinlemesine irdelendiğinda felsefik içeriğini kavramak bir hayli emek gerektiriyor.
Borges, büyülü paralar, gelecek ve geçmişin iç içe geçtiği çarklar, düşlerden varedilen katiller, yüzyıllardır yaşayan “ölümsüzler” lerden sözeder. Alef ise evrendeki bütün noktaları içeren bir tek noktadır. Bir tek nokta evrendeki bütün noktaları nasıl içerebilir? Bu konuya açıklık getirebilmek için Borges’in Zahir adlı hikayesinden yola çıkabiliriz
Üç monoteist dinden ikisi, yahudilik ve hiristiyanlık tanrı “hakkında” dır. Oysa Müslümanlığın kitabı Kuran Allah’ın kitabıdır. "Zahir" Allahın 99 adından biridir. Görünen, belli olan, var olandır. Çünkü Allah her yerde vardır. "Batin" ise örtülü olan, gizlenmiş olan anlamındadır. Zahir ve batın bir paranın iki yüzü gibidir. Apaçık olan ve gizlenmiş olan.
Kuran hem zahir açısından incelenebilir hem de batın. Ancak batıni incelemenin bu yönde eğitilmiş kişilerce yapılması gerektiği söylenir. Çünkü kavranması çok güç olan Allah’ın bilgisizler tarafından incelenmesi onlara yıkım getirecektir. Bu nedenle konunun ancak aydınlanmış, eğitimli kişiler tarafından ele alınması zorunlu olacaktır.
Bu bakış açısına Sufiler (sufi = saf, arı) karşı çıkmış batının herkese açık olduğunu ve dileyen herkesçe görülebileceğini söylemişler.
Zahir adlı öyküsünde Borges bir para gördüğünü ve bu paranın aklını başından aldığını söyler. Zahir adlı bu paraya bakınca hummaya tutulmuş gibi olur. Bu para, dünyadaki gelmiş geçmiş bütün paraları içermektedir. (s 94-95)
“Bu para soyuttur. Bu para gelecek zamanları da içinde barındırır. Banliyoda bir gece, ya da Brahms’ın bestelediği bir müzik, haritalar, satranç ya da kahve olabilir. Değişkendir. Önceden kestirelemeyecek zamandır. Zamanın bitimsizliğidir. İnsanın özgür iradesinin simgesidir...”
düşünceleri aklına dolar. Olanları kavrayamayan Borges daha önce bu aydınlanmayı yaşayan arkadaşı Julie gibi delireceğini düşünür. Allah’ın en karmaşık niteliğini görmüştür:
“paranın önce ön yüzünü sonra da arka yüzünü gözümün önüne getirebildiğim zamanlar olmuştu (zahir ve batın) şimdi her iki yüzünü de görebiliyordum. " (Tam aydınlanma)
diye öyküsünü bitirir.
Borges için Tanrı bir küre, merkezi her yerde, çevresi hiçbir yerdedir. Geçmiş ve gelecek bitimsizse “ne zaman?” kavramı oluşamaz. Her yaratık sonsuza eşit uzaklıktaysa “nerede ?” kavramı oluşamaz. Bu mantık düzenini sürdürürsek hiç bir kimse hiç bir zaman hiç bir yerde değildir.
Alef bütün noktaları içeren tek bir nokta. Sonsuz ve bitimsiz. Herşeyi kapsayan. Borges kendini öncesiz ve sonrasız bir nehirde akıp giden bir noktaya benzetiyor.
Alef’te Borges evrenin tüm noktalarını aynı anda birden görüyor.
“Son olarak iki gözlem daha eklemek istiyorum; birincisi Alef’in özü ikincisi adı üzerine. Bilindiği gibi Alef İbrani alfabesinin ilk harfidir... Kabala’da bu harf katışıksız hem de sonsuz olan tanrının, En Soph’un başını tarif etmek için kullanılır. Alef’in hem göğü hem yeri gösteren bir insan biçiminde olduğu da söylenir, bu insan aşağıdaki dünyanın yukarıdakinin aynası olduğunu ifade edermiş...”
“Kahire’de Amr camiinin orta avlusunu çevreleyen sütunların birinde tüm alemin olgusunun yattığını bilirler... sütunun yüzeyine kulaklarını dayayanlar kısa bir süre sonra yoğun bir gürültü duyduklarını söylerler; cami yedinci yüzyıldan kalmadır sütunlar da islam öncesi tapınaklardan gelmiştir.” (bütün zamanın dinleri)
“Şu Alef taşın yüreğinde mi. O bodrumda her şeyi gördüğümde Alef’i mi gördüm ve şimdi unuttum mu? Zihinlerimiz elek gibi; unutkanlık içeri sızıyor; ben de aradan geçen yıpratıcı yılların etkisiyle Beatriz’in belleğimdeki yüzünü çarpıtıyorum ve yitiriyorum.”
1945 yılında yazılan Alef ayrıca bir telekominikasyon kehaneti olarak yorumlanabilir. İnternet teknolojisi yer, mekan olgusunu ortadan kaldırmaktadır. Bilgisayarının başına oturan herkes (bir nokta) dünyadaki bütün noktaları içermektedir. (İnternet) Bilginin yanıbaşınızdaki odadan mı yoksa kıtalar ötesinden mi geldiği hiç önem taşımamaktadır.
Bilgi bir “tık” ötemizdedir.
Alef’te Danieri çağdaş insanı şöyle över.
“çağdaş insanı şöyle görüyorum: en gizli, en kutsal hücresine, sözgelimi şatosuna bile kapanmış olsa gene de donanmıştır; telefonlarla, telgraflarla, gramafonlarla, radyolarla, sinema perdeleriyle, göstericilerle, sözcüklerle, tarifelerle, el kitaplarıyla, bültenlerle ...”
Danieri böylesine donanmış bir insan için sahici bir yolculuğun artık gereksiz olacağını belirtir.
“Yirminci yüzyılımız Muhammet’le dağın öyküsünü tersine çevirmiştir. Bugün artık dağ çağdaş Muhammet’e geliyor” der
1982 yılında henüz kişisel bilgisayarlar yeni yeni evlerde yerlerini almaya başladığında Borges dünyanın henüz “Aleflenmediğini” söyler. Yani insanlar henüz bulundukları noktadan henüz evrenin bütün noktalarına ulaşmış değillerdir. O günlere oranla, bugün Alef dünyasına çok daha yakınız.
Eren Arcan
24 Eylül 2003
BORGES ve MATRİX
Borges “Alef’te” evreni edebiyatla özetlerken metafizik, allegorik, mistik, fantastik, felsefik ögeleri bilim kurgu ile harmanlamış , Matrix ise nihilizm, Budizm; Marksizim, feminizm, postmodernizm ve felsefe ile iç içe geçmiş.”Alef’i” okurken Borges’in "Tanrı bir küre, merkezi her yerde, çevresi hiçbir yerdedeki söylemi ile Matrix ”her yerdedir” söylemi sanki bire bir örtüşüyor.
Borges “Tanrının Elyazısında” şöyle diyor,”Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmalladır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar gider, sonsuz da kum tanelerinin sayısıdır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanamadan öleceksin. Bu bana Matrix’i çağrıstırdı.. Eren’in dediği gibi Borges çağının 50 yıl ilerisini gören bir yazar. Matrix “Hayatımız bir düş mü?” sorusunu sorarken sanki Borges ‘i okuyordum.
Matrix bir zihin hapishanesinden söz eder. Borges ise “bir şifre çözücü ya da bir öc-alan, tanrının bir rahibi olmaktan öte bir tutukluyum ben Düşlerin labirentinden, sılaya dönercesine acımasız zındanıma döndüm” derken Platon’un mağara benzetmesini çağrıştırıyor adeta. “mağaradaki mahkumlar, boyunlarından, ellerinden ve ayaklarından zincirlenmişlerdir. Doğuştan itibaren bu haldedirler ve başka hiçbir hayat mevhumları yoktur. Gardiyanlar, bir gölge oyununda olduğu gibi, ateşin önünde hayvan şekillerinin geçirirken, gölgeler önlerindeki duvara düşer. Mahkumlar duvardaki- gerçek hayvanların değil, tahtadan oyma şekillere ait- gölgeleri seyreder. Bu gölgeleri mümkün kılan ışık, en iyi ışık, yani güneş ışığı değil, bir ateşin ışığıdır. Ne var ki mahkumlar tutsak olduklarını bilmezler ve kendilerince tecrübe edilen dışında herhangi bir gerçekliğin var olduğundan kuşkulanmazlar. Gelgelelim bir gün, mahkumlardan biri serbest bırakılır, dış dünyaya çıkarılır ve orada, güneş ışığında, şeyleri bilfiil oldukları gibi görür. Bencil bir şekilde dış dünyada kalmaktansa, esaret içinde yaşadıklarını anlatmak için geri döner, arkadaşları onun delirdiğine inanarak, alayla karşılık verir.” Borges mahpusluk farklıydı çünkü bitimsizdi öyleyse bu hayat bir düştü yalnızca” diye ifade ederken sanki Matrix'i bir daha okuyormuşum gibi hissettim.
Matrix dünyası bir korku dünyasıdır. Temel korku ölümdür. Borges ise ölüm için şunları diyor. “Ölümsüzlük anlamsızdır; insan dışında yaratıklar ölümsüzdürler, çünkü ölümden habersizdirler; tanrısal, korkunç, anlaşılmaz olansa, kendi ölümsüzlüğünü bilmektir.”
Matrix’te aynanın bir çok yerde kullanıldığını görüyoruz Ayna- yansıtma gözlükler, mavi hapın çıktığı kutu, kaşık ile verilmiş. Borges ise şöyle diyor “ Bitmez tükenmez sayıda gözün bir aynaya bakar gibi ben de kendilerine baktıklarının gördüm, yeryüzündeki bütün aynaları gördüm ve hiçbiri beni yansıtmıyordu.”İki ayna arasında duran bir küre gördüm, aynalar küreyi sonsuz sayıda çoğaltıyorlardı. ”Burada da tasavvufu anmamak mümkün değil, dünya tanrının bir yansıması, her varlıkta tanrıyı bulmak gibi.. “Düşlerin bir kum taneciği öldüremez beni, ne düşler vardır düşler içre.”söylemi “Bir ben var benden içeru” söylemi ile bire bir örtüşüyor.
Alef _ İbran i alfabesinin ilk harfi , Noe (one) sözcüğünün değişik yazılışı, bu kadar benzerlik Beni şaşkına çevirdi.
Nevcihan Oktar
Kitapla ilgili yukarıdaki irdelemeler
buradan alınmıştır.
GİTTİK/GEZDİK/GELDİK 6-ANTWERP
-
Belçika'yı Brugge ile sınırlı bırakacağımızı düşünmediniz umarım 😀 Kız
kardeş Jules Verne'nin romanlarından aklında kalan Anvers'i (Antwerp,
Antwerpen, ...
8 saat önce
Yazarı tanımayan demiyeyim de az tanıyanlar için de bir biyografi ekleyeyim istedim.
Her asrın büyücüsü
Jorge Luis Borges, 1960'da yazdığı El Hacedor (Yaratan) adlı kitabında evrenin resmini yapmaya kalkışan bir adamdan sözeder. Yıllar boyu çalışıp boş duvarı gemi, kule, at, silah ve insan resimleriyle donatan adam, tam öleceği sırada farkeder ki, duvara, kendi yüzünün suretini resmetmiştir aslında. Efsane yazar 1986 yazında Cenevre'de öldüğünde, tıpkı kendi öykü kahramanı gibi, bize kendi yüzünün ve kimliğinin sureti olan onlarca kitap, yüzlerce öykü ve şiir bıraktı. Şiirsel, hayalci ve matrak kişiliğinin ipucu olan yüzlerce eserle, bizi evrenin sınırsız resmi ve ayartıcı tadıyla yüzleştirdi Borges. Yaşasaydı bu yıl 100 yaşında olacaktı. Onun sayesinde 1999, yalnızca yeni binyılın arifesi olarak değil, kutlu bir doğum yılı olarak da tarihe geçecek. Şimdi eserleri neredeyse bütün dünya dillerine çevrilmiş olduğundan, kutuplardan Uzakdoğu'ya, Karayipler'den Avrupa'ya, adına okuma günleri düzenleniyor, yazı dünyasının analizleri yapılıyor ve Borges'in 100. yaşı edebi bir şölenle kutlanıyor.
Düş ustası Borges, yine bir yaz günü, 24 Ağustos 1899'da Arjantin'in başkenti Bounes Aires'de doğdu. İngiliz asıllı annesi ve İngiliz edebiyatına düşkün diplomat babası sayesinde İngilizce'yi İspanyolca'dan önce öğrendi. Öyle ki daha dokuz yaşındayken Oscar Wilde'ın Mutlu Prens'ini İspanyolca'ya çevirdi. Çocukluğunun geçtiği yoksul Palermo mahallesi, fiyakalı gençleri, alttan alta kulağımıza çalınan tangonun hırçın evreni, ıssız sokaklar ve tutkun aşklar garip bir matematik kurguyla öykülerine konu oluşturdu.
1914'de Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden az önce ailesiyle Cenevre'ye giden Borges orada kaldığı beş yıl boyunca Fransızca ve Almanca da öğrendi. 1919'da İspanya'ya gidip, orada Ultraismo akımını benimseyen genç yazarlara katıldı. Kanındaki muhalif ruh işte o zaman harekete geçmeye başlamış olmalı. Çünkü daha sonraki yaşamını belirleyen yegane güç bu olacaktı. Ultraismo yanlıları, çöküş içinde olduğunu düşündükleri 89 kuşağının tanınmış yazarlarına karşı çıkıyorlardı. Arjantin'e dönen ve Güney Amerika'da bu akımın yayılmasının öncüsü olan yazar, şiir kitaplarının yanı sıra üç edebiyat dergisi çıkardı, denemeler yazdı ve 1930'da Evaristo Carriego adlı bir yaşam öyküsü yayınladı.
Yazı dilinin omurgası bu dönemde belirmeye başladı işte. Kısa öykü, deneme, şiir, eleştiri içine bolca düşgücü ve alegori eklenmiş, hiçbir edebiyat türüne sokulamayan bir ifade biçiminin yaratıcısı genç Borges, dilini bulmaya başlamıştı. Ama o "gerçek öykücülüğüm ilk kez 1933'de basılan Rezilliğin Evrensel Tarihi ile başlar" diyordu. Borges 1937'de İl Kütüphanesi'nde çalışmaya başladı ve burada olduğu "dokuz mutsuz yıl" boyunca en güzel öykülerini kaleme aldı. Babil Kitaplığı, Ölüm ve Pusula, Dolambaçlı Yıkıntılar gibi... Daha başkalarıyla birlikte bu öyküleri Yolları Çatallanan Bahçe'de topladı. Yıllar sonra "kanımca iki ana kitabım" dediği Ficciones (Anlatılar) ve El Aleph, bu öykülerin seçilmiş ve geliştirilmiş hallerinden oluşuyordu. Simgeler dünyası, harfler ve bilinmedik işaretler, tıpkı Musevi mistikleri ve İbranice gibi hep ilgi alanındaydı. Kabala öğretisinde Tanrı'nın bu dünyayı yaratırken kullandığı üç öncü sesin ilki olan Alef, o nedenle kitabına ad oldu.
Bu arada kasıp kavuran dünya savaşının ikincisi patlak vermiş, Borges Nazilere karşı ve müttefiklerden yana tutum takınarak Juan Peron yönetimindeki Arjantin'de muhalifler arasınde yaralmıştı. Annesi ve kızkardeşi Peron hükümetine karşı çıkıp hapse atılınca, Borges de Peron'a karşı bir bildiriye imza attığı gerekçesiyle kütüphanedeki görevinden uzaklaştırıldı ve belediye pazarında gıda müfettişi olarak çalışmak zorunda kaldı. "Artık işsizdim" diyordu Borges, ama kısa süre önce baktırdığı çay falı doğru çıkmış, Arjantin İngiliz Kültür Derneği'nde İngiliz edebiyatı öğretmenliğine, dahası o kent senin bu kent benim dolaşmaya başlamıştı. Uzakdoğu din ve öğretileri, Kabala mistisizmi, İran tasavvufu, İzlanda destanları ve dünyanın her yakasından garip metaforları böylece derlemeye başladı.
1950'de Arjantin Yazarlar Derneği'nin başkanlığına seçilmişti Borges ama diktatörlüğe karşı birkaç kaleden biri olan dernek sonunda kapatıldı. Beklenen devrim 1955'de gelmiş, Cordoba'dan gelen sevinçli haberi alan Borges, ilk iş Ulusal Kütüphane'deki görevine geri dönmüştü. Ülkesinde giderek parlayan bir yazar olarak, Peron'un kendisiyle tanışma isteğini ise her zaman reddetti. Kütüphane müdürü olarak çalışmaya başladığı yıl kalıtımsal bir hastalık nedeniyle giderek artan görme yeteneğini de tamamen kaybetti. Babası gibi. Ama o kendi durumunu babasından ziyade, Homeros'un körleşmesiyle bağdaştırıyor ve onu kendinin yüceltilişi olarak görüyordu. Ama yine de "biliyorum ki beni bekleyen ne bir İlyada var ne de bir Oddysseia" diyerek... Aynı zamanda Bounes Aires Üniversitesi'nde edebiyat profesörü olan Borges'in yazı yazmasına annesi, arkadaşları ve sekreteri yardımcı oluyordu. "Elden birşey gelmiyor" diyordu Borges, "körlük, yaşlılık, hastalık, bunların hepsini birer armağan, kılık değiştirmiş bir lütuf olarak görmek zorundasınız." Düş Kaplanları, Düşsel Varlıklar Kitabı, Brodie Raporu ve Kum Kitabı bu dönemin ürünleriyi. Giderek iç dünyasının derinliklerinden gelen fantastik ögeler, türlü çeşit oyunlar ve alegorilerle bezenmiş ama yine de yalın bir masal üslubunda dile gelen öyküler...
Yazı dünyasının aura'sını analiz etmeye çalışan pek çok akademisyene göre o, bir matematikçi, filozof ya da semiyolojist olabilecekken, saf katıksız bir edebiyat adamı olmayı seçmişti. Güçlü bilgisi, evrensel düşünüşü ve kurgusunun benzersizliğiyle yalnız kendine özgü bir dil yarattı Borges. Çoşkun ve hırçın Latin ruhuna yabancı Avrupa ise aslında çok geç keşfetti. 1950'lerde ilk eserleri Fransızca'ya çevrilince öyle büyük ilgiyle karşılandı ki, hemen Kafka ve Edgar Allan Poe ile karşılaştırıldı. 1961'de ilk büyük ödülü olan Uluslararası Yayıncılar Ödülü Fermantor'u Samuel Beckett ile paylaştığında 62 yaşındaydı ve hayat onun için yeni başlıyordu.
1967'de ilk karısı Elsa Millan ile evlendi ve üç yıl evli kaldı. Uzun ve yalnız bir hayat süren yazar 71 yaşındayken, "artık benim aradığım düşünmenin ve dostluğun tadı ve biraz fazla iddialı gelebilir ama bir sevme ve sevilme duygusu" diyordu. Yıllardır eli kolu ve yazılarının yardımcısı olan 41 yaşındaki Maria Kodoma ile evlendi sonra. 1994'de yazdığı son kitabı Atlas'ı oluşturan seyahatlerini de hep son aşkı Maria ile gerçekleştirmiş, İstanbul'a da onunla gelmişti. "Yeryüzündeki şu hoş ikametimiz sırasında Maria ile ben birçok yöre gezip buralardan büyük tadlar derledik. Hepsi kendine özgü ayrımlara sahip eşi emsali olmayan sesler, diller, alacakaranlıklar, kentler, bahçeler ve halklar bulmanın şaşkınlığını ve keyfini paylaştık." Yeryüzünün kendine özgü o sesler ve dillerini, şaşkınlığını da ekleyerek, "asla bir Atlas olmayan" Atlas'da anlattı Borges. "Bilinmeyeni keşfetmek ni Sinbad'a ne Kopernik'e özgü bir ayrıcalıktır" diyordu, "herkes, herbir kişi bir kaşiftir aslında".
Hiçbir yerleşik dini ve felsefeyi savunmayan yazar, komunizm ve faşizme de karşı çıkıyor, hiçbir yazarın siyasal görüşlerine göre değerlendirilmemesi gerektiğini söylüyor, Şilili ozan Pablo Neruda'dan övgüyle sözediyordu. Ancak bir zamanlar Neruda'nın aldığı, yirmi yıl aday gösterildiği halde "bir türlü kapamadım" dediği Nobel düşünü ise gerçekleştiremedi. "Evren, (kimileri kitaplık diye anıyorlar), Birbirinden engin hava sütunlarıyla ayrılmış, çok alçak parmaklıklarla çevrili, sayısı belirsiz, belki de sonsuz, altıgen dehlizlerden oluşmuştur. Altıgenlerin hangisinden bakılsa uçsuz bucaksız üst katlarla alt katlar görülebilir." Tıpkı Babil Kulesi öyküsünde olduğu gibi pek çok öyküsünde de hayatın sırrını bir dost gibi kulağımıza fısıldadı Borges. Evrenin bir kristal içinden kırılıp yansıyan sonsuz boyuttaki görüntülerini, yazı dünyasına zekice ve berrak sözlerle dönüştürme becerisini kimse böylesine gösterememişti. Şiirin filozofisini ya da filozofinin şiirini harmanlayıp cömertçe önümüze sundu.
14 Haziran 1986'da Cenevre'de karaciğer kanseri sonucu öldüğünde, üç düzineden fazla şiir ve öykü kitabı, güzel Maria'sı, ama kimbilir daha ne düşleri, okuruyla paylaşacak daha ne çok sırrı vardı?..
Özden Çetin
Latin Amerika'nın ve dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden J. L. Borges, çok sayıda yazarın üslubunu, tekniğini ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini neredeyse tek başına değiştiren, eserleriyle çağımıza damgasını vuran bir şair, öykü ve deneme yazarı. Formenter Ödülü'nü aldığı 1961 yılından bu yana eserleri klasik sayılan ve giderek artan bir hayran kitlesi kazanan, defalarca Nobel ödülü'ne aday gösterilen Borges, Poe, Kafka, H. G. Wells, Valery, Mallarme ve daha birçok yazardan etkilendi ve kendini herşeyden önce bir okur olarak gördü. Dost canlısı ve bonkör bir kişiliği olan Borges'in, metinlerini dergilere gönderirken fazla rahat davrandığı, eserlerine ilgi gösteren dostlarına öykülerinin teliflerini armağan ettiği, hatta bazılarıyla ortak öyküler yazdığı bilinir. 1989'da kurulan Jorge Luis Boges Vakfı, yazarın kimi zaman keyfi sıralamalarla derlenen öykü, düzyazı ve şiirlerinin ilk basıldıkları halleriyle yayımlanmasını zorunlu kıldı.
ALEF (ALEPH)
borgesce tanimi soyledir:
“son olarak iki gözlem daha eklemek istiyorum; birincisi alef’in özü ikincisi adı üzerine.
bilindiği gibi alef ibrani alfabesinin ilk harfidir... kabala’da bu harf katışıksız hem de
sonsuz olan tanrının, en soph’un başını tarif etmek için kullanılır. alef’in hem göğü hem yeri
gösteren bir insan biçiminde olduğu da söylenir,
bu insan aşağıdaki dünyanın yukarıdakinin aynası olduğunu ifade edermiş...”
ibrani alfabesinin birinci harfidir ve "öküz"(ox) anlamına gelir. paradoksu temsil eder. insan varlığındaki
tanrısal mühür olarak tanımlanır. biçim olarak, iki zıt ucunda(sağ üst ve sol alt) bulunan yod harflerinin,
ortadan vav harfiyle bağlanmasıyla oluşur. gökyüzü ve yer arasında kalan atmosfer, uzaysal değerini,
yani temel olarak bulunduğu yeri, ilkbahar zamanı, yeryüzünün yağmura doyduğu zaman ise zamansal değerini
belirtir. gövdenin üst bölümü, özellikle göğüs ve solunum sistemleri ile ilişkilendirilir ve deneyimlenimin
ardından merhamet olarak nitelik kazanır. tevratta geçen, israil tarihi figürlerinden, mesih'in ruhunun en
son ortaya çıkışı ile temsil edilir. dördüncü sefira hased ile 5. sefira gevurah arasındaki yol onundur.