Efsaneler, ölümsüzlük ve beş bin yıllık bir gizemin romanı.
Massachusetts'te, Benjamin Finch adıyla doğdu; dokuz yaşında babasıyla birlikte çıktığı uzun bir yolculuğun sonunda, Kahire ve Tel Aviv üzerinden İstanbul'a geldiğinde, adı Eser Büyükdere oldu. Annesini hiç tanımadı, babasını on bir yaşında kaybetti ve onu oğlu gibi seven İstanbullu bir maceraperest tarafından büyütüldü. Durağan, tekdüze ve silik yaşamında tek sıra dışı dönemin, sisli anılar arasında kaybolmuş çocukluğu olduğunu düşünürdü. Ama yaşamı boyunca onu izleyen ürpertici ve olağanüstü sırla, kırklı yaşlarını yarılamak üzereyken yüzleşmesi gerekeceğini bilmiyordu. Kaçması gerekiyordu peşindekilerden; kaçması ve gerçeği araması. Artık bir tek şey vardı yapması gereken: Kim olduğunu anlamasında kilit öneme sahip, efsanevi 'Alef Kitabı'nı bulmak.
'Seni Tılsımlar Korur', insanlık tarihinin en eski dönemlerine ait büyük bir gizemi; beş bin yıldır varlığını koruyan acımasız bir gizli örgütü; yalnızlığı ve yabancılaşmayı; insan hücre yapısı ve DNA üzerinde çok gizli bir çalışmayı yürüten bilim adamlarını; güç ve iktidar mücadelelerini; rüya ve vizyonların bilinmeyen dilini ve yazgısını adım adım izlemek zorunda kalan bir adamın serüvenini fantastik bir örgü içinde anlatan bir roman.
Daha önce tanıtılmış olup olmadığını hatırlamıyorum fakat ben bu kitabı ve devamı olan GÜNBATIMI FANDANGO ' yu çok severek okudum. sonrasında da kitabın yazarı olan Burak ELDEM'in iletişim grubuna üye oldum. Bugün de mesaj kutuma Burak Eldem tarafından yazılmış güzel bir yazı düştü. Paylaşmak istedim.
HAYATTA NELER OLUYOR?
Yazar Burak Eldem
2008’in bahar aylarında, sağdan soldan bir iki “mırın kırın” duydunuz; belki uluslararası düzeydeki göstergeleri elden geldiğince yakından izlemeye çalışan bazılarınız, 2007’nin üçüncü çeyreğinden itibaren bunun kokusunu almışlardı. Yazla birlikte, giderek yükselen bir frekans ve yoğunlukta, “ekonomide işlerin yolunda gitmediği” haberlerine maruz bırakıldınız; kaşlarınız çatıldı ama size yine de daha sevimili görünen “Bize bir şey olmaz canım” masallarına sarılmayı yeğlediniz. Yalnızca kendinizin değil, çocuklarınızın da geleceğini emanet etmiş bulunduğunuz en yetkili ağızlardan “Bize teğet geçer” açıklamasını duyduğunuzda yüreklerinize öyle bir su serpildi ki, “Ama..” diye başlayan cümleler kuran herkesin “felaket tellallığı” ve “baykuşluk” yaptığına inanmayı yeğlediniz. Derken yaz bitti birden, tatil rehavetinden çıkmaya çalışırken suların hızla çekilmekte olduğunu gördünüz; yine de, yanınızda yörenizde “teknesi karaya oturan” komşularınızın yaşadıklarını “kendi bacağından asılan koyunlar” perspektifinden görmek daha yürek ferahlatıcıydı. Kendi küçük kayığınızın, biraz şans, biraz da “ilahi destek” ile kuma saplanmadan mavi sularda yüzmeye devam edeceğine inandınız; daha doğrusu böylesi işinize geldi.
Şu ünlü Laz fıkrasını bilirsiniz, hani mezar taşına “Hastayum tedum, tedum, inanmadiniz, nooldi?” diye yazdıran adamın trajikomedisini. İçinde bulunduğumuz durumu buna benzetmek bana çok ucuz ve kolaycı görünüyor belki ama şu soruyu sormaktan da kendimi alamıyorum: “Hani bize bişeycukler olmaz terdunuz, nooldi?”
Yirmi birinci yüzyıl, sözümona bilginin derinliğinin arttığı ama aynı oranda perspektiflerin daralıp, görüş mesafelerinin alabildiğine düştüğü bir dönem olarak tarihe geçecek herhalde. 2100’lerdeki büyük-büyük-büyük torunlarımız, “Ulan her şey ayan beyan ortadayken, göz göre göre duvara toslamaya seyirci kalıp bizi de bu yazgıya mahkum etmişler” diye başlayarak ruhlarımıza sövgüler mi düzecekler, yoksa onlar da o sırada 2200’lerdeki büyük-büyük-büyük torunlarının yuvalarını yapmakla meşgul oldukları için “Yok yok, her şey yolunda, insanlık büyük yol aldı, artık bize bir şey olmaz” demekle mi yetinecekler, bilemiyorum.
Yanınız yöreniz uzman dolu artık; televizyonlarınızı açtığınızda, kanallar arasında dolaşıp dururken, birbirinden parlak kariyer ve birikimlere sahip finans, ekonomi, para piyasası ve yatırım uzmanlarının, çoğu birbirini tutmayan, yuvarlak, bol miktarda kafa karışıtırıcı terim ve kavramla dolu analizlerini dinliyor; gazetelerin yalnızca ekonomi sayfalarında değil, manşetlerinde de ekonomik krizin nereden ve nasıl kaynaklandığına ve sistemin bunu nasıl bertaraf edebileceğine ilişkin yorumlar okuyorsunuz. Uzmanlık alanları daralıp, veri yığılması da altından kalkılamayacak büyüklükte “karmaşa dağları” yarattıkça, işler iyice içinden çıkılmaz hal alıyor. “Vay canına,” ifadesi dökülüyor dilinizden, “Bu hazretlerin hepsi krizin nedenlerini de, nasıl geliştiğini de, nelere bağlı olarak hayatın hangi alanlarını etkileyeceğini de biliyorlarmış meğer, hem de satırı satırına. İyi de birader, işler sarpa sarmadan önce neredeydiniz peki? Niye kimseyi uyarmadınız, niye böylesine dehşet verici bir kaynak kullanım/yönetim faciasının olası sonuçlarını insanların gözlerine sokmadınız?”
Haklarını yemeyelim şimdi, bunu önceden haber verenler de oldu, hem de çok önceden. Ama onları dinlememek ya da söylediklerinin ardında çapanoğlu aramak için herkesin kendince nedenleri vardı. Sözgelimi, necip Türk basınındaki “vatanperver” dehaların, elbirliğiyle kapitalizmin günah keçisi, her tür melanetten sorumlu karanlık adamı ilan ettikleri George Soros’un, daha 2004’te “Beyler, hep birlikte bir çukura doğru yuvarlanıyoruz ki, öyle böyle değil!” anlamına gelecek, “çığlıksı” bir yazıyla dünyanın dört köşesinde ekonomiye hükmedenleri uyardığını biliyor muydunuz?
Şimdi bilirkişiler, kendi uzmanlık alanlarını ve kişisel bilgi birikimlerini de mümkün olduğunca önemseyip abartarak, önünüze birtakım resimler, tablolar, şemalar dayayıp, “durumun hiç de basit algılanmaması gerketiğini, öyle kriz hakkında lagaluga etmenin herkesin harcı olmadığını” ima ederek, “bilgi ve öngörü güçleriyle dövüyorlar” sizi. Oysa durum, gerçekten de basit; hem de bunca finans-piyasa-konjonktür geyiği içinde kaybolmaya gerek bırakmayacak denli basit. Kapitalizm falan yok artık efendiler, o dediğiniz şey, geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreği içinde değişip, bambaşka bir şeye dönüştü. Ölüp de yerini yeni bir şey almadığı için fark edemediniz belki; belki her şeyin böyle görünmesini isteyenlerin çuvallar dolusu maaş ödeyerek görevlendirdikleri sistem ideologlarının, her cümlesinde ve her paragrafında kendinizi cahil hissetmenize neden olup sesinizi boğazınıza tıkacak demagojileri elinizi, dilinizi, gözünüzü bağlayıverdi. Fark etmeden onların dilleriyle, onların terimleriyle, onların ifade kalıplarıyla konuşmaya başladınız aranızda, değil birbirinizi, kendinizi bile doğru dürüst anlayamadan.
Gerçeğin bu çarpıtılmış görüntüsü, her iletişim kanalından, hem de bazen “aklına ve sözüne güvendiğiniz” kişilerin ağızlarından öyle bir boğuntuya getirdi ki sizi, aslında dünyanın ve evrenin, hiç de o kadar karmaşık sayılamayacak net bir dili olduğunu unuttunuz; o yapay algıların, sistematik “yanlış bilinç”lerin (Louis Althusser’i rahmetle analım) etkisi altında, “zahiri” görüntüleri gerçek sandınız. Eh, böylesi daha kolaydı ne de olsa: Karşınızda kocaman bir paradigmanın üzerine çivilenmiş, koca koca adamların parlak sözleriyle cilalanmış dev bir ahtapot var. Bir kolundan kurtulsanız, diğeriyle sizi boğmaya çalışıyor ve önünde sonunda bunu başaracağını hissediyorsunuz. Direnmek ve illüzyonu ortadan kaldıracak alternatif bakışı bir ucundan oluşturmaya çabalamak hem oldukça zahmetli ve yorucu, hem de çoğu aşamasında acı verici, yıpratıcı.
Evrenle olan ilişkinizde yalnız olduğunuzu; kavrayışınızı biçimlendirmek için sizi çevreleyen o yapıyla baş başa kalmak zorunda bulunduğunuzu; bu uçsuz bucaksız, çok boyutlu oluşumu anlamaya çalışırken, ihtiyaç duyduğunuz bilgilerin, karşınıza üzerinde tefekkürlere dalmayı gerektirecek simgeler dizisi halinde çıkacağını; bu simgelerin anahtarlarına odaklanıp, açık ve net karşılıkları “analog” hale getirmeye uğraştıkça hem yorgunluktan bitap düşeceğinizi hem de bu dönüşümün verileri “değer kaybına” uğratacağını; sürecin her adımında “yabancılaşma”nın farklı bir fazını yaşayacağınızı içgüdüsel olarak hissetmek bile, teslim bayrağını çekmek için yeterli olabiliyor bazen. Bunun içindir ki ezici bir çoğunluk, gözlerini açtığı andan itibaren yüz yüze kaldığı bu “ben ve evren” bilmecesini çözmek için onca meşakkate girmektense, “Uğraşmanıza gerek yok, bütün çözümler ve yanıtlar burada” diyenlerin paradigmasının altına bir şemsiye gibi sığınıp, gün doldurmayı yeğliyor.
“Ben neredeyim, burası neresi” diye başlayan sorular zincirinin belli bir evresinde yol çatallaşıveriyor birden ya da size çatallaşmış gibi geliyor. Yollardan birine doğru gider ve “varoluşun anlamı” üzerinde kafa yormaya, giderek “tanrısallığı aramaya” karar verirseniz, “Dur yolcu!” diyor size birileri, “Sen hiç o güzel kafanı yorma, evrenin sahibi Tanrı, binyıllar önce buyruk ve düşüncelerini atalarımıza iletti, aradığın bütün yanıtlar bu kitabın içinde. Düşünmeyi kes ve daha fazla günaha girmeden doğru yola yönel.” Verdiğiniz kararın nasıl yorucu çabaları, uykusuz geceleri ve hepsinden önemlisi yalnız yürümekle eşzamanlı olarak ortaya çıkacak bireysel iç acılarını gerektireceğini biliyorsunuz – bilmeseniz de, bunca tasavvuf üstadından, sufiden, gnostiklerin bıraktığı düşünce mirasından ve kadim felsefi metinlerden biraz olsun feyz alarak bunu en azından birazcık hissedebiliyorsunuz. İşte bu noktada çoğu kişiye “Bana inanmayanı helak ederim” diyen öfkeli tanrıya ait olduğu ileri sürülen açıklama, duyuru ve buyruklara (hangi sistematik yapıya ait olursa olsun) sığınmak daha kabul edilebilir ve kolay görünüyor.
Çatalın diğer ucunu seçenler, daha birkaç adım gitmeden, bir öncekine taban tabana zıtmış gibi görünmekle (ve biçimsel olarak çok daha esnek ve “özgürlükçü” izlenimi vermekle) birlikte, bir başka “üniter” paradigmanın, yolun bütününe düşen koyu gölgesiyle karşılaşıyorlar. “Düşüneni ve nedensellik arayanı severiz,” diyor bu kez, onları karşılayan ses. “Ama bu işin de bir yolu yordamı, usulü var. El yordamıyla yürünmez. Al sana bütün temel doğa yasaları, ilkeler, terimler, kurallar. Bunlara tutunarak yürüyeceksen, doğru yoldasın. Yok kuşkuculuğun bokunu çıkarıp kendi aklınca farklı açıklama biçimleri aramaya kalkacaksan, varacağın yer, o seçmediğin diğer yolda yürüyenlerin yanıdır, bilmiş ol.” Böylece, eldeki “kitaba ve yasalara” bağlı kalmadan, yol almaya cüret etmesi halinde başına gelecekleri hissedenler, ister istemez yalnızlık ve yabancılaşmayla yüzleşmektense, bir başka “özgür bırakan dogma”nın çatısı altında huzur bulmayı yeğliyorlar.
Seçilen yol çatalın hangi yönü olursa olsun, kaygılar aynı aslında: “Hepi topu üç günlük ömür, birader. Bunca meşakkati, uğraşıyı, didişmeyi göze almanın anlamı var mı? Ver kurtul işte.”
Belki bu noktada “Söze ekonomik krizle başladık, nerelere geldi konu” diye düşünenler olabilir. Hiçbir yere gittiğimiz yok aslında; hep aynı noktanın çevresinde dönüp duruyor, bir şeyleri daha görünür, daha anlaşılır kılmaya çalışıyorum. Bugünün “küresel ekonomik kriz” kod adıyla gündemlere yerleşen can acıtıcı sorunu, bazı sözde iyi niyetli analistlerin terminoloji ve kavram boğuntusu içinde açıklamaya çalıştıkları kadar karmaşık ve çözümsüz değil. Perşembenin gelişi, çarşambadan belliydi (ve söz konusu “Çarşamba” ta 1910’lara dayanıyor aslında) ama birileri inatla ve ısrarla, adına “serbest piyasa” dedikleri amentünün, aradan geçen bunca zaman, değişen koşullar ve köprünün altındaki akan onca suya karşın hâlâ var olduğuna sizleri inandırmak için maaş alıyorlar, bu amaçla yetiştirildiler ve istihdam edildiler. “Finans” dedikleri olgunun kapitalizmin bünyesinde habis bir ur gibi büyürken, onun dokularını ve hücrelerini sabırla ve yavaş yavaş değiştirdiğini, sonunda ortaya bambaşka bir organizma çıkardığını ya görmediler ya da görmek işlerine gelmediği için size de göstermemeye çalıştılar. Bunu başarabilmelerini sağlayan da, yukarıdaki paragrafta sözünü ettiğimiz “çatallı yolun” her iki ucundaki yürüyüşlere de egemen kılınan baskı koşullarının gücüydü.
Marx, kapitalizmin kendi iç dinamiklerinin sermaye birikimini hangi doğrultuya kaçınılmaz biçimde yönelttiğini görmüş ve tekelleşmeyle iç içe oluşan yeni “kartopu sermaye modeli”nin varacağı noktaları sezmişti. Hilferding, sistemin “doğal” bir parçası ya da unsuru, fonksiyonu olarak sunulan “finans” olgusunun, kapitalizmin kaotik yapısındaki doğal eğilimle birleştiğinde, söz konusu “temerküz” etkisini nasıl bir amplifikatör gibi büyüteceğini görüp, “finans-kapital” denen canavarın adını koydu. Şişeden çıkan cinin, yani sistemin kendi verili koşulları altında artık önü kesilemeyecek olan “banka sermayesi” ile “sanayi sermayesinin” iç içe geçmesiyle oluşacak yeni süreçleri de üç aşağı beş yukarı, Lenin dillendirdi. (Her üçü de, verilerin belirsizliği gereği, finans-kapitali doğuran olguların, sosyokültürel düzlemde “parayı yönetenin siyasal egemenliğine” hizmet edecek o ucubeyi, yani faşizmi yaratmakta olduğunu sezinleyecek olanaktan yoksundular. Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde faşizm, “bunalım dönemlerinin haleti ruhiyesini yönetme ve yönlendirme” potansiyeline sahip ideolojik bir “korku kültürü” olarak ağırlığını hissettirdi ama “ağaçlardan ormanı görememe” alışkanlığı, çoğu düşünürü faşizmin “metamorfoz” yeteneğini ve “kitle kültüründen güç alan” heterojen karakterini görmekten alıkoydu.)
Uzun sözün kısası, kapitalizm, “kaynak yaratma-kullanma-denetleme” görüntüsü altında besleyip büyüttüğü “finans” denen yeni “ekonomi kültürü” aracılığıyla, dünyanın tamamını tek merkezli, kendi içinde şeffaflığa ve akışkanlığa sahip tek bir küresel üretim/değişim sistemine entegre ederken, başlıca çalışma prensibi “fiktif”, yani gerçekte olmayan, hesaplama, varsayım ve öngörüler uzantısında var olduğu ve olacağı beklenen “kurgusal kaynak” anlayışından yararlandı. Belki daha doğru bir deyişle, finans-kapital denen ejderha, kendisine direnen kapitalistleri bile yerle yeksan edecek bir güce ulaşarak bu gelişmeleri olabildiğince spontane biçimde sürükledi ve yönetti. Niyetim ekonomi üzerinde fazlaca durmak ve bu söylediklerimi açmak değil; bunlar tümüyle ayrı bir yazının konusu. Ama burada önemli olan, vurgulayarak altını çizmek istediğim birkaç şey var:
Birincisi, bugün yaşanmakta olan ve giderek büyüyüp dallanacağını, dünya ekonomisinin can damarlarını iyiden iyiye tıkayacağını hissettiren ekonomik krizi, son on yılın, hatta son çeyrek yüzyılın yanlış kararları ya da beklenmedik “aksilikleri” sonucu ortaya çıkmış; aslında “sistem içinde denetlenebilecekken, türlü beklenmedik gelişmeler sonucu gemi azıya almış” sıradışı bir durum gibi görme yanılgısından uzak durmanın gerekliliği. Tabii eğer gerçekten “somut koşulların somut tahlili” bizim için değer taşıyorsa ve bu tahliller uzantısında “göğüs germe” yolları düşünülecekse. Bugünkü krizin “kaçınılmazlığını” teslim etmekle başlıyor her şey.
İkincisi, kapitalizmin “egemen dünya sistemi” olarak tarihini, bütün kilometretaşları ile birlikte gözden geçirdiğimizde, ayan beyan ortada olan bir gerçekliği gözden uzak tutmamak gerekiyor: Son yüz yirmi yıllık süreç içinde kapitalizm ne zaman böylesi keskin bir bunalım ve onun getirdiği tıkanıklıklarla karşılaşsa, istihdam ve tüketim döngülerini “hale yola sokmak” için o çok bildik yönteme, yani “savaş aracılığıyla dengeleri restore etme” çözümüne başvurdu ki, günümüz koşulları içinde böylesi bir eğilimi kolaylaştıracak her türlü “psikolojik yatırım”, 2001’den bu yana yapıldı ve yapılıyor da.
Üçüncüsü, yine böylesi karanlık, ağır koşullar altında geçen bunalım düğümleri, sosyopolitik düzenlemeleri ve dolayısıyla ideolojik koşullamayı beraberinde getirdi ki, faşizm dediğimiz umacıyı da bu tür ortamlar besledi zaten. Bugün dünya coğrafyası üzerinde faşizm gölgesinin kol gezmediği kaç ülke sayabileceğinizi bir düşünün isterseniz.
Sonuncusu, bu kez bunalım “bir başka” geliyor; bunu gözden kaçırmamanın çok önemli olduğuna inanıyorum. Gündem tartışmalarında sıklıkla yinelenen “1929-33 Bunalımı” ile ilgili benzetme ve anolojiler belki bu anlamda biraz yanıltıcı, çünkü 2000’lerin dünyasında bundan seksen yıl önce olduğu gibi, keskin krizleri “ekonomi içi yöntemler” ile düzeltecek yeni bir “Keynesçi alternatif” yok. Çünkü bu kez kriz yalnızca kapitalizmin gelişim sürecinde, üretim biçimine bağımlı unsurlara endeksli değil. Ekonomiyi, “kaynak yönetim ve kullanım ilkelerini” belirleme yolunda alınacak kararların kurtarabileceği aşamalar çoktan geride kaldı; şimdi var olan krizi tetikleyip azdıran hem doğal ve atmosferik, hem jeolojik hem de demografik faktörler var devrede.
Dünya nüfusu adım adım yedi milyara doğru gidiyor ve geçen yüzyılda bile ciddiyetini hissettiren “kaynak darlığı” sorunu, gezegenimizin artık böylesi bir kalabalığı “beslemekte” yetersiz kaldığını koyuyor ortaya. Bundan kötüsü de var: Doksanların sonlarında cılız seslerle gündeme getirilmeye çalışılan, ancak o zamanlar kimselerin iplemeye ve inanmaya yanaşmadığı “iklim değişimi” sorunu, artık kimi bilim adamlarının “futurist fantezileri” olmaktan çıkıp, günlük hayatın gerçekleri üzerinde dayatıcı etkisini hissettirir hale geldi. Adına ister egemen söyleme uyup “küresel ısınma” deyin, isterseniz başka bir şey (ben “dünya iklim paternlerinin çökmesi” demeyi yeğliyorum) yeni fiziksel koşullar, bu gezegende insan varlığının vazgeçilmez güvencesi olan tarımı artık iyiden iyiye tehdit etmeye başladı. Birleşmiş Milletler araştırmaları, 2010’la birlikte kuraklığın (ve buna bağlı olarak açlığın) dünyanın birçok bölgesinde birincil sorun haline geleceğini gösteriyor. Bu koşullar altında, seksen yıl önceki “müdahaleci mali politika” manevralarının, dünya kapitalist sistemini bu ürkütücü bunalımdan çıkarabileceğini aklınız kesiyor mu?
Bu kez, farklı bir durumla karşı karşıyayız: Kronik bunalım, bitmeyen çalkantı, sosyoekonomik kaos, ne derseniz deyin. Üç beş finans tekeli kamu yardımıyla kurtarılacak, piyasalar enflasyonist baskılar göze alınarak tepeden inme “şişirmelerle” hareketlendirilecek, üç beş gelişmiş sanayi ülkesinde zorlama istihdam yardımıyla talep canlandırılacak ve her şey zaman içinde düzelecek diye düşünüyorsanız, üzgünüm, durum böyle değil ne yazık ki.
“Hayata neler oluyor?” sorusunu sık sık duyacağınız, büyük bir sarsıntı aşamasından geçiyoruz. Ucunda ışık görünmeyen bir tünel değil elbette bu. Ama o ışığa yürüyebilmek için, insanın ışığı kendisinde görmesi, kendi içinde egemen kılması gerekiyor. En başta değindiğim soruya geliyorum şimdi: Eğer bütün bunların farkında olan azınlıktansanız, bu sarsıntıyı nasıl atlatmayı düşünüyorsunuz? Kendi kozanızı her şeyi göze alarak terketmek ve dışınızdaki o tek ve büyük “çoğunluk kozası”na ulaşacak iletişim yollarını zorlamak, çözüme daha “katılımlı” adımlarla yürümekle mi? Yoksa bir şeyleri değiştirmek ya da düzeltmek için her şeyden önce “ayakta kalmak” gerektiğini dikkate alarak, kozanızın içinde kalmak; sevdiğiniz, güvendiğiniz, değer verdiğiniz insanlarla mümkün olduğunca yan yana durmaya çaba harcayarak, daha sınırlı bir “dayanışma” içinde bu sarsıntılı dönemi az hasarla atlatmaya çalışmak, bu arada “daha sonrası” için düşünceleri elbirliğiyle billurlaştırmakla mı? Bu sorunun yanıtını, herkes kendi verecek; ama kişisel olarak benim tercihim, ikinci seçenekten yana.
GİTTİK/GEZDİK/GELDİK 6-ANTWERP
-
Belçika'yı Brugge ile sınırlı bırakacağımızı düşünmediniz umarım 😀 Kız
kardeş Jules Verne'nin romanlarından aklında kalan Anvers'i (Antwerp,
Antwerpen, ...
3 saat önce
Seni tılsımlar Korur'u çok severek okumuştum.ama devamı dediğiniz kitaptan şimdi haberim oldu.Bugün alıp okumaya başlayacağım.Teşekkürler