Okuduğum bir gazete haberinden ortaya bu kısa öykü çıktı.
Tapınağın taş merdivenlerinden yukarı çıkan Isis,bir an durup geriye doğru baktı.Gördüğü manzara ,günlerdir yağan yağmurun griliği altında bile nefes kesecek bir güzellikteydi.Upuzun uzanan ova,iki yanından aktığını bildiği ama şu anda göremediği nehirler sayesinde yemyeşil ve bereketliydi.Dünyanın başka bölümlerinden haberdar olabilseydi eğer (ki dünya onlar için kendi yaşadıkları topraklardan ibaretti) ne kadar şanslı bir toplum olduklarını anlayabilirdi.Azur ve Azul ile Styx ve Sigmat diye isimlendirdikleri dört nehir bu topraklara can verip yaşamaları için gereken her tür şartı onlara sağlıyordu.Her zamanki gibi yasak olduğunu bilerek ama onu diğer rahibelerden ayıran kıvrak zekasının sonucu olarak nehirlerin devamında ne olduğunu merak etti.Dinlerinin en önemli yasalarından biri bölgeyi insanların terk etmemesiydi.Tüm çocuklara büyükleri tarafından anlatılan masallar aslında geçmişten kalmış bir iki efsanenin caydırıcı hale getirilmiş haliydi.Yaptıkları gemilerle dört ayrı nehirden aşağı inen insanların ve uzun bir yolculuk için kuzeye giden insanlarının hikayesi.Bir daha onlardan haber alınamamış olması yasa koyucunun işine yaramış ve bu insanların başlarına gelmiş olabilecek korkunç olaylar yüz yıllar içinde korkutucu öğelerle bezenip başkalarının onların yaptığını tekrarlamasına engel olacak efsaneler haline getirilmişti.İnsanların topraklarını terk etmesi ne kadar yasaklanmışsa arada sırada buraya yolu düşen,bilmedikleri anlamadıkları dilleri konuşan,giyimi,dili, rengi kendilerinden farklı olan insanların yakalanıp tapınağa teslim edilmesi de dinlerinin önemli kurallarından biriydi.Isis bu kuralları uygulayan grubun bir üyesi olarak yetiştirilmesine ve bir gün annesinin yerine baş rahibe olacağını bildiği halde ,şimdiye kadar yakalanan insanlara ne olduğunu öğrenme fırsatı bulamamıştı.Bu insanlar şimdiki zamanın yasa koyucusu olan Medicus ve onun rahiplerine teslim edilirdi.Medicus’un rahiplerinin bölümüne rahibelerin arasından sadece baş rahibe olan annesi Astrum’un girmesine izin vardı.Ketum bir insan olan Astrum ise nasıl asi kızı Isis’in sadece kendisine anlattığı ve ölümüne sebep olabilecek düşüncelerini başkasıyla paylaşmıyorsa orada gördüklerini de sadece günü geldiğinde halefine yani kendisine anlatacaktı.
Beth Eden toprakları katı yasalarla yönetilse de Isis için bildiği tek ev ve tek dünyaydı.Bir kaç yıl önce en az kendisi kadar meraklı ve kuşkucu bir yapıya sahip olan erkek kardeşi Oppugno’nun yasaya karşı gelip toprakları terk etmesi ardından Isis sürekli göz altında tutulur olmuştu.Töreleri gereği Oppugno’nun sureti tüm taş yazıtlarından silinmiş,kalan aile üyelerine onu anmak bile yasaklanmıştı.O anda önünde durduğu taş duvar zamanında kendisi ve kardeşinin doğumlarının çizildiği duvardı.Kendisinden 2 dakika büyük olan ikizi Oppugno dün gece rüyasında kendisine gelmiş ve şu anda buraya geliş amacı olan mesajı anlamasını sağlamıştı.
Isis gece gördüğü rüyanın yorumlanması için Astrum’un yanına giderken içinden yasa koyucunun yasalarının arasındaki çelişkiyi fark edip etmediğini merak ediyordu.Tüm rahip ve rahibelerin gördükleri her rüyayı yorumlanması için tapınağa anlatmaları bir kuraldı ama aynı zamanda toprakları terk eden erkek kardeşinin anılmaması da bir kuraldı.
Astrum’un odasına girdiğinde annesi sabah ayinine hazırlanıyordu.Ayinden önce rüya yorumu için çok az zamanları olduğunu bildiğinden hemen konuya girdi.
-Sevgili baş rahibem,rüyamı anlatmak üzere geldim.Lütfen beni yasayı çiğnemekle itham etmeyin ama rüyamda kardeşimi gördüm.
Astrum büyümüş gözlerle kızına bakarken o anda içeride başka rahibe özellikle de Autus denen ve kendisine baş düşman olan kadının olmamasına çok sevinmişti.Autus Beth Eden ‘deki en güçlü ikinci ailenin kızı olmasına ve baş rahibeliğe aday olmasına rağmen kötü karakteri yüzünden bu mevki için hiç düşünülmemişti ve bunu değiştirip baş rahibeliği elde edebilmek için her kötülüğü sürekli yapmaya hazırdı.
-Dinliyorum Isis.Birileri gelmeden bir an önce anlatman iyi olacaktır
-Günlerdir yağan yağmuru biliyorsunuz baş rahibem.Rüyamda Oppugno üzerinde bize ait olmayan giysilerle ve ıslak olarak yine bizimkilere hiç benzemeyen bir gemiyle Azul’den geldi.Yanındaki insanlar tapınağa teslim edilmesi gereken yabancılardandı.Gemisini yanaştırdığı yerde her nasılsa ben onu bekliyordum.Bana elini uzattı,elindeki taş tableti bana uzatırken sadece ‘’yaşamak istiyorsanız gitmelisiniz ‘’dedi.Taş tabletteki şekli de hatırlıyorum,daha önce hiç görmediğim bir dilin bir harfi idi ama her nasılsa yine ben o harfin anlamını biliyordum.Bana yaşam ışığını vermişti.Bu kadardır rüyam.
-Pekala,ayin sırasında rüyanın anlamı için de adak keseceğim.Şimdi acele etmeliyiz.Ve Isis,sevgili kızım lütfen geçen ayinde yaptığını tekrarlama.Imperatus ile yan yana geldiğini görmek istemiyorum.Her ne kadar o genç adamı takdir edip değerli bulsam da aileleri onun Autus ile evlenmesine karar vermiş durumda ve sen de bunu çok iyi biliyorsun.Imperatus senin için yasak olmalı.
Isis o adın geçmesiyle bile içindeki hiç dinmeyen acıyı hissetti tekrar.Imperatus ile çocukluk arkadaşıydılar.Ve aile büyüklerinin onun Autus ile evlenmesine karar vermesinden çok önce birbirlerine aşık olmuşlardı.Sevgilerini kaçamak olarak yaşarken evlilik gününe çok az kalması onları hepten çaresiz bırakmıştı.Ya Imperatus’un aklına gelen tek çözümü uygulayıp sevgileri uğruna yaşadıkları toprakları terk edeceklerdi ya da sevgiyi içlerine gömüp sonsuza kadar cezalı ruhlar olarak yaşayacaklardı.
Düşünceleri bir baş sallamasıyla kovalayıp ayine katılmak üzere dışarı tapınağın taş bloklarla çevrili ayin alanına doğru yürümeye başladı.Yüzyıllardır bu taş bloklar sürdükleri hayatın bir kanıtı olarak defalarca resmedilmişti.Sanat rahiplerinin görevi yaşamlarını taşa kazımaktı.Neler yoktu ki taşların üzerinde.Avladıkları ve besledikleri hayvanlar,ayinlerinden görüntüler,evleri,balıkçılar,toprak işleyiciler.Tüm uygarlıkları o taşların üzerindeydi.
Ayin alanının girişindeki kalabalığa dikkat etmesi ve aralarında gördüğü bir kişiyi tanımasıyla oraya doğru koşmaya başladı.Oradaydı.Erkek kardeşi Oppugno.Yanındaki yabancılar üzerlerindeki elbiseler dahi rüyasındaki gibiydi.Küçük grubu çevrelemiş olan rahipler ne yapacaklarını bilmeden Medicus’un gelmesini bekliyorlardı.Oppugno bir yandan çevresindekilere kendisini dinlemeleri için yalvarıyordu.ama yasaya göre terk etmiş insanların sözlerini dinlemek hiç birinin yapabileceği bir şey değildi.Isis gözleri kardeşine kilitlenmiş olarak onu dinlemeye başladı.
-Kaçmalısınız diyorum size.Nerelere gittiğimi nasıl öğrendiğimi bu yanımdakilerin kim olduğunu anlamıyor olabilirsiniz.Ama size öleceksiniz diyorum.Sizler benim halkımsınız,sizi ölümünüze terk edemem.Lütfen dinleyin ve yanınıza hiçbir şey almadan kaçabildiğiniz kadar hızlı dağlara doğru kaçmaya başlayın.Topraklarımız artık güvenli değil,ama onların ötesinde belki bir kısmınızın yaşamasına imkan sağlayacak kadar yüksek dağlar var.
Kardeşiyle göz göze geldiler bir an.Oppugno Isis’e doğru ilerledi ve sadece kendilerine has olan iletişim yöntemiyle onunla zihninden konuşmaya başladı.
‘’Kaç,canını kurtarmak üzere sen seçildin.Sana vereceğim şey sadece seni ve bir kişiyi daha anlamayacağın ve belki de korkacağın bir yöntemle güvenliğe ulaştıracak.O kişiyi seçerken ırkımızın devamını da düşüneceğini biliyorum.Ve vaktimiz kalmadı.Ben ve yanımdakiler dünyanın diğer bölgelerinde de seçilmişleri kurtarmak üzere görevliyiz.Al bunu ve diğer kişinin yanına git.Tek yapacağın onun elini tutmak ve yaşam ışığını düşünmek olmalı.’’
Elini uzatıp aldığı şey rüyasında gördüğü üzerinde bir tek simge olan taş tabletden başka bir şey değildi.Oppugno ve maiyetindeki tuhaf giysili adamlar gözlerinin önünde kaybolmaya başlarken ortalığı hayatında ilk defa duyduğu yüksek bir ses kaplamıştı.Günlerdir yağan yağmurun sesini bile bastıran bu gürültü tüm Beth Eden toprakları üzerinde duyulmaktaydı.gerçekten vakit kalmadığını bilen Isis o anda koşarak yaklaşan Imperatus’u gördü ve hızla onun yanına gitti.Adamın elini tutup tüm benliğiyle yaşam ışığını düşündüğü anda görülmemiş büyüklükte bir su kütlesi de Eden topraklarını altına almaya başlamıştı.Isis ve Imperatus bir anda kaybolurken ağaçlar ,ova,hayvanlar,evler,tapınaklar her şey o su kütlesi altında yok olmaya başlamıştı bile.Bir uygarlık ve tüm izleri binlerce yıl sonra ilk yazılı kitaplara bile geçecek bir efsane yaratmak üzere azgın suyun yok edici gücüyle silinmişti.
M.S.2009
Göbekli Tepe olarak anılan yerde artık koyunlarını otlatamayışına çok sinirlenen Çolak Hasan, sürüsünü kazı alanının alt tarafındaki otlağa yaymış ve her gün yaptığı gibi o gavurların kazıp ortaya çıkardığı taş yazıtlara bir daha bakmak amacıyla kazı alanına girmişti.Annesinin bir gün çarpılacağını söylemesinden çekindiği halde bu taşların üzerindeki hiç tanımadığı hayvan ve ev resimlerinin nasıl olup da kendisini çarpacağını aklı hiç almıyordu.İlkokulda okurken derste öğretmenleri kimsenin çarpılmayacağını,bunun bir hurafe olduğunu söylerdi.Taşlardan birindeki 4 ayaklı uzun boyunlu kuş gibi gagası olan ama o gaganın altından dişleri gözüken garip hayvan resmine dokunmak için elini uzattığı anda,garip bir soğukluk ve basınç hissi ile bir an nefes alamadı.sanki hava emilmiş gibi olmuştu bir an için.Korkuyla gözlerini kapadı.Aslında kısa bir andı ama Hasan’a dakikalar gibi gelmişti.Gözünü açtığında biraz ilerisinde az önce orada olmayan iki kişi gördü.Upuzun saçlı bir adam ve kadın.Üzerlerindeki giysiler de tuhaftı kendilerinin hali de.Kadın Hasan’ı görmesiyle birlikte ona doğru yürümeye başladı.Bir yandan da anlamadığı bir dilde ama kulağına müzik gibi gelen bir şeyler söylüyordu.Donakalan Hasan kendisine doğru ilerleyen kadınla adamın ne kadar soluk göründüklerini fark etti.Hiç buraların insanlarına benzemiyorlardı.Gavurlardan olsa gerek bu ikisi diye düşünürken,kadının attığı adımların altında yerdeki otların değiştiğini fark etti.Onlar yürüdükçe otlar büyüyor çiçekler açıyor,toprağın rengi değişiyordu.Kadın elini uzatıp hala anlamadığı o müziksel dilde bir şeyler söyleyerek Hasan’a dokundu.Dokunduğu sol kolu üç yaşındayken davar ezdiğinde kırılan ve eğri kaynayan çolak koluydu.Hasan’ın korkudan büyümüş gözlerinin önünde eğri büğrü kolu düzelip sağlıklı bir kol haline geldi.Dehşete kapılan çocuk
-Aneyyyyyy aneyyyyyyyy çarpıldım valla aneyyyyyyyy…
Diye avazı çıktığı kadar bağırarak sürüsünün yanından geçip köye evine doğru koşmaya başlamıştı bile…
Bunlar da işin yani kurgunun ilham kaynağı olan gazete haberi ve bilimsel bir tez.Hikaye size bitmiş gibi gözükebilir ama aslında bitmedi.Başka bir bölümde de dünyanın başka bir yerindeki kültürlerden alınan bir Tufan efsanesini yine kurgusal olarak okuyacaksınız.
CENNET BAHÇESİ ŞANLIURFA DAMI ?
Alman arkeolog Klaus Schmidte göre kutsal kitaplarda adı geçen Cennet Bahçesi Şanlıurfada
Schmidt “14 bin yıllık Göbekli Tepe, aslında Adem’le Havva’nın yaşadığı ‘Garden of Eden’ olarak anılan kutsal mekan” diyor.Şanlıurfa’da arkeologları şoke edecek düzeyde önemli kalıntıların bulunduğu Göbekli Tepe hakkında çok sansasyonel bir iddia ortaya atıldı. Hayatını buradaki kazılara adayan Alman arkeolog Klaus Schmidt, Piramitler’den 7 bin 500 yıl önce inşa edildiği tespit edilen bu mekanın Kutsal Kitaplar’da adı Garden of Eden ya da “Cennet Bahçesi” olarak geçen ve Adem ile Havva’nın yasak elma ağacının meyvesinden yiyerek kovuldukları yer olduğunu ileri sürdü.
1994’te sürüsünü otlatan bir çoban, Şanlıurfa’nın 15 km kuzey doğusundaki Göbekli Tepe’-de dikdörtgen şeklinde üzerinde oymalar olan taşlar buldu, yetkililere götürdü. İstanbul’daki Alman Arkeoloji Enstitüsü görevlisi Klaus Schmidt, bölgeye giderek incelemelere başladı. Kazılarda şimdiye dek çıkarılan 45 adet T şeklindeki taş anıtın üzerinde yabani domuz, ördek, yılan, aslan, balık ve avcılık yapan insan figürleri var. Daha yüzlerce taş anıtın çıkarılmayı beklediği bölgenin tapınak olarak kullanıldığını tahmin ediliyor.
Uzmanlara göre Göbekli Tepe tam 14 bin yaşında, yani piramitlerden 7 bin 500 yıl daha eski. Schmidt’e göre artık çorak olan Göbekli Tepe, bir zamanlar çok bereketli bir bölgeydi. Ancak insanlık, çevrenin bozulmasına yol açarak bu “cennet”in yok olmasına sebep oldu. Göbekli Tepe’de bulunan taşlar, M.Ö. 8000’de programlı bir şekilde toprağa gömüldü. Bunun sonucu, çobanın üzerinde dolaştığı yapay tepeler oluştu. Bilim adamlarına göre Göbekli Tepe’nin Adem ve Havva’nın yaşadığı Cennet Bahçesi olduğuna ilişkin kanıtlar şöyle:
- İncil’in “yaradılış” bölümünde cennet bahçesinin Asur’un batısında olduğu yazıyor. Göbekli Tepe de burada.
- Cennet Bahçesinin 4 nehirle çevrelendiği, bunlardan ikisinin de Fırat ile Dicle olduğu biliniyor.
- Asur tabletlerinde Beth Eden adlı bir medeniyetten bahsediliyor. Yeri Göbekli Tepe’nin bulunduğu yer tarif ediliyor.
- Tevrat’ta da bahçenin Suriye’nin kuzeyinde olduğu belirtiliyor.
- “Eden” kelimesi Sümerce “ova” anlamına geliyor. Göbekli de Harran Ovası’nın hemen içinde yer alıyor.
01.03.2009 tarihli gazete haberi.
Karadeniz’de 7 bin 500 yıl önce neler oldu?
Columbia Üniversitesinden W. Ryan ve W. Pitman adlı iki bilim insanı otuz yıl süren araştırmalarının sonucunda devrim niteliğinde bir kuram ortaya attılar.
Akdeniz,Ege ve Marmara denizleri son buzul çağının bitiminden itibaren İÖ 12000’de eriyen buzulların alçak havzalara doldurduğu sularla oluşmuştu. Bu erime ve her üç denizin oluşması yaklaşık 5000 yıl sürdü. İÖ 7500’e gelindiğinde su seviyesi bugünkü İstanbul Boğazı’na kadar ulaşmıştı. Boğaz’ın en kuzey noktasında doğal bir baraja benzeyen yüksek kayalık bölgeye kadar yükselme hareketi normal bir seyir izledi. Hemen kuzeyde büyükçe bir göl olan Karadeniz bulunuyordu ve bugünkü büyüklüğünün yaklaşık üçte ikisi kadardı. Ilıman iklimi, zengin bitki örtüsü ve balık gibi doğal kaynakları Karadeniz kıyılarını yerleşim açısından mükemmel kılıyordu.
Boğazı dolduran ve sürekli yükselen su aniden Karadeniz’e taşmaya başladı.Ancak her iki denizin o zamanki su düzeyi hesaplandığında bu taşma katasrofik boyutlarda ve sahil boyunca tüm yerleşimleri etkileyecek önemde olmalıydı.Yaklaşık 15 cm’lik günlük seviye yükselmesi 3-4 ay sürmüş olmalı. Çünkü 2000 yazında yapılan su altı araştırmasına göre eski sahil şeridi bugünkü seviyenin tam 144 metre altındaydı.
Bu araştırmalar sonucu Nuh Tufanı olarak bilinen hikayeye ilk defa bilimsel bir dayanak da bulunmuş oldu. Çünkü katasrofik bir taşkın şeklinde oluştuğu anlaşılan bu su hareketinin sahilde yaşayan tüm nüfusu etkilediği ve kuşaklar boyu anlatıla geldiği düşünülebilir.
Tapınağın taş merdivenlerinden yukarı çıkan Isis,bir an durup geriye doğru baktı.Gördüğü manzara ,günlerdir yağan yağmurun griliği altında bile nefes kesecek bir güzellikteydi.Upuzun uzanan ova,iki yanından aktığını bildiği ama şu anda göremediği nehirler sayesinde yemyeşil ve bereketliydi.Dünyanın başka bölümlerinden haberdar olabilseydi eğer (ki dünya onlar için kendi yaşadıkları topraklardan ibaretti) ne kadar şanslı bir toplum olduklarını anlayabilirdi.Azur ve Azul ile Styx ve Sigmat diye isimlendirdikleri dört nehir bu topraklara can verip yaşamaları için gereken her tür şartı onlara sağlıyordu.Her zamanki gibi yasak olduğunu bilerek ama onu diğer rahibelerden ayıran kıvrak zekasının sonucu olarak nehirlerin devamında ne olduğunu merak etti.Dinlerinin en önemli yasalarından biri bölgeyi insanların terk etmemesiydi.Tüm çocuklara büyükleri tarafından anlatılan masallar aslında geçmişten kalmış bir iki efsanenin caydırıcı hale getirilmiş haliydi.Yaptıkları gemilerle dört ayrı nehirden aşağı inen insanların ve uzun bir yolculuk için kuzeye giden insanlarının hikayesi.Bir daha onlardan haber alınamamış olması yasa koyucunun işine yaramış ve bu insanların başlarına gelmiş olabilecek korkunç olaylar yüz yıllar içinde korkutucu öğelerle bezenip başkalarının onların yaptığını tekrarlamasına engel olacak efsaneler haline getirilmişti.İnsanların topraklarını terk etmesi ne kadar yasaklanmışsa arada sırada buraya yolu düşen,bilmedikleri anlamadıkları dilleri konuşan,giyimi,dili, rengi kendilerinden farklı olan insanların yakalanıp tapınağa teslim edilmesi de dinlerinin önemli kurallarından biriydi.Isis bu kuralları uygulayan grubun bir üyesi olarak yetiştirilmesine ve bir gün annesinin yerine baş rahibe olacağını bildiği halde ,şimdiye kadar yakalanan insanlara ne olduğunu öğrenme fırsatı bulamamıştı.Bu insanlar şimdiki zamanın yasa koyucusu olan Medicus ve onun rahiplerine teslim edilirdi.Medicus’un rahiplerinin bölümüne rahibelerin arasından sadece baş rahibe olan annesi Astrum’un girmesine izin vardı.Ketum bir insan olan Astrum ise nasıl asi kızı Isis’in sadece kendisine anlattığı ve ölümüne sebep olabilecek düşüncelerini başkasıyla paylaşmıyorsa orada gördüklerini de sadece günü geldiğinde halefine yani kendisine anlatacaktı.
Beth Eden toprakları katı yasalarla yönetilse de Isis için bildiği tek ev ve tek dünyaydı.Bir kaç yıl önce en az kendisi kadar meraklı ve kuşkucu bir yapıya sahip olan erkek kardeşi Oppugno’nun yasaya karşı gelip toprakları terk etmesi ardından Isis sürekli göz altında tutulur olmuştu.Töreleri gereği Oppugno’nun sureti tüm taş yazıtlarından silinmiş,kalan aile üyelerine onu anmak bile yasaklanmıştı.O anda önünde durduğu taş duvar zamanında kendisi ve kardeşinin doğumlarının çizildiği duvardı.Kendisinden 2 dakika büyük olan ikizi Oppugno dün gece rüyasında kendisine gelmiş ve şu anda buraya geliş amacı olan mesajı anlamasını sağlamıştı.
Isis gece gördüğü rüyanın yorumlanması için Astrum’un yanına giderken içinden yasa koyucunun yasalarının arasındaki çelişkiyi fark edip etmediğini merak ediyordu.Tüm rahip ve rahibelerin gördükleri her rüyayı yorumlanması için tapınağa anlatmaları bir kuraldı ama aynı zamanda toprakları terk eden erkek kardeşinin anılmaması da bir kuraldı.
Astrum’un odasına girdiğinde annesi sabah ayinine hazırlanıyordu.Ayinden önce rüya yorumu için çok az zamanları olduğunu bildiğinden hemen konuya girdi.
-Sevgili baş rahibem,rüyamı anlatmak üzere geldim.Lütfen beni yasayı çiğnemekle itham etmeyin ama rüyamda kardeşimi gördüm.
Astrum büyümüş gözlerle kızına bakarken o anda içeride başka rahibe özellikle de Autus denen ve kendisine baş düşman olan kadının olmamasına çok sevinmişti.Autus Beth Eden ‘deki en güçlü ikinci ailenin kızı olmasına ve baş rahibeliğe aday olmasına rağmen kötü karakteri yüzünden bu mevki için hiç düşünülmemişti ve bunu değiştirip baş rahibeliği elde edebilmek için her kötülüğü sürekli yapmaya hazırdı.
-Dinliyorum Isis.Birileri gelmeden bir an önce anlatman iyi olacaktır
-Günlerdir yağan yağmuru biliyorsunuz baş rahibem.Rüyamda Oppugno üzerinde bize ait olmayan giysilerle ve ıslak olarak yine bizimkilere hiç benzemeyen bir gemiyle Azul’den geldi.Yanındaki insanlar tapınağa teslim edilmesi gereken yabancılardandı.Gemisini yanaştırdığı yerde her nasılsa ben onu bekliyordum.Bana elini uzattı,elindeki taş tableti bana uzatırken sadece ‘’yaşamak istiyorsanız gitmelisiniz ‘’dedi.Taş tabletteki şekli de hatırlıyorum,daha önce hiç görmediğim bir dilin bir harfi idi ama her nasılsa yine ben o harfin anlamını biliyordum.Bana yaşam ışığını vermişti.Bu kadardır rüyam.
-Pekala,ayin sırasında rüyanın anlamı için de adak keseceğim.Şimdi acele etmeliyiz.Ve Isis,sevgili kızım lütfen geçen ayinde yaptığını tekrarlama.Imperatus ile yan yana geldiğini görmek istemiyorum.Her ne kadar o genç adamı takdir edip değerli bulsam da aileleri onun Autus ile evlenmesine karar vermiş durumda ve sen de bunu çok iyi biliyorsun.Imperatus senin için yasak olmalı.
Isis o adın geçmesiyle bile içindeki hiç dinmeyen acıyı hissetti tekrar.Imperatus ile çocukluk arkadaşıydılar.Ve aile büyüklerinin onun Autus ile evlenmesine karar vermesinden çok önce birbirlerine aşık olmuşlardı.Sevgilerini kaçamak olarak yaşarken evlilik gününe çok az kalması onları hepten çaresiz bırakmıştı.Ya Imperatus’un aklına gelen tek çözümü uygulayıp sevgileri uğruna yaşadıkları toprakları terk edeceklerdi ya da sevgiyi içlerine gömüp sonsuza kadar cezalı ruhlar olarak yaşayacaklardı.
Düşünceleri bir baş sallamasıyla kovalayıp ayine katılmak üzere dışarı tapınağın taş bloklarla çevrili ayin alanına doğru yürümeye başladı.Yüzyıllardır bu taş bloklar sürdükleri hayatın bir kanıtı olarak defalarca resmedilmişti.Sanat rahiplerinin görevi yaşamlarını taşa kazımaktı.Neler yoktu ki taşların üzerinde.Avladıkları ve besledikleri hayvanlar,ayinlerinden görüntüler,evleri,balıkçılar,toprak işleyiciler.Tüm uygarlıkları o taşların üzerindeydi.
Ayin alanının girişindeki kalabalığa dikkat etmesi ve aralarında gördüğü bir kişiyi tanımasıyla oraya doğru koşmaya başladı.Oradaydı.Erkek kardeşi Oppugno.Yanındaki yabancılar üzerlerindeki elbiseler dahi rüyasındaki gibiydi.Küçük grubu çevrelemiş olan rahipler ne yapacaklarını bilmeden Medicus’un gelmesini bekliyorlardı.Oppugno bir yandan çevresindekilere kendisini dinlemeleri için yalvarıyordu.ama yasaya göre terk etmiş insanların sözlerini dinlemek hiç birinin yapabileceği bir şey değildi.Isis gözleri kardeşine kilitlenmiş olarak onu dinlemeye başladı.
-Kaçmalısınız diyorum size.Nerelere gittiğimi nasıl öğrendiğimi bu yanımdakilerin kim olduğunu anlamıyor olabilirsiniz.Ama size öleceksiniz diyorum.Sizler benim halkımsınız,sizi ölümünüze terk edemem.Lütfen dinleyin ve yanınıza hiçbir şey almadan kaçabildiğiniz kadar hızlı dağlara doğru kaçmaya başlayın.Topraklarımız artık güvenli değil,ama onların ötesinde belki bir kısmınızın yaşamasına imkan sağlayacak kadar yüksek dağlar var.
Kardeşiyle göz göze geldiler bir an.Oppugno Isis’e doğru ilerledi ve sadece kendilerine has olan iletişim yöntemiyle onunla zihninden konuşmaya başladı.
‘’Kaç,canını kurtarmak üzere sen seçildin.Sana vereceğim şey sadece seni ve bir kişiyi daha anlamayacağın ve belki de korkacağın bir yöntemle güvenliğe ulaştıracak.O kişiyi seçerken ırkımızın devamını da düşüneceğini biliyorum.Ve vaktimiz kalmadı.Ben ve yanımdakiler dünyanın diğer bölgelerinde de seçilmişleri kurtarmak üzere görevliyiz.Al bunu ve diğer kişinin yanına git.Tek yapacağın onun elini tutmak ve yaşam ışığını düşünmek olmalı.’’
Elini uzatıp aldığı şey rüyasında gördüğü üzerinde bir tek simge olan taş tabletden başka bir şey değildi.Oppugno ve maiyetindeki tuhaf giysili adamlar gözlerinin önünde kaybolmaya başlarken ortalığı hayatında ilk defa duyduğu yüksek bir ses kaplamıştı.Günlerdir yağan yağmurun sesini bile bastıran bu gürültü tüm Beth Eden toprakları üzerinde duyulmaktaydı.gerçekten vakit kalmadığını bilen Isis o anda koşarak yaklaşan Imperatus’u gördü ve hızla onun yanına gitti.Adamın elini tutup tüm benliğiyle yaşam ışığını düşündüğü anda görülmemiş büyüklükte bir su kütlesi de Eden topraklarını altına almaya başlamıştı.Isis ve Imperatus bir anda kaybolurken ağaçlar ,ova,hayvanlar,evler,tapınaklar her şey o su kütlesi altında yok olmaya başlamıştı bile.Bir uygarlık ve tüm izleri binlerce yıl sonra ilk yazılı kitaplara bile geçecek bir efsane yaratmak üzere azgın suyun yok edici gücüyle silinmişti.
M.S.2009
Göbekli Tepe olarak anılan yerde artık koyunlarını otlatamayışına çok sinirlenen Çolak Hasan, sürüsünü kazı alanının alt tarafındaki otlağa yaymış ve her gün yaptığı gibi o gavurların kazıp ortaya çıkardığı taş yazıtlara bir daha bakmak amacıyla kazı alanına girmişti.Annesinin bir gün çarpılacağını söylemesinden çekindiği halde bu taşların üzerindeki hiç tanımadığı hayvan ve ev resimlerinin nasıl olup da kendisini çarpacağını aklı hiç almıyordu.İlkokulda okurken derste öğretmenleri kimsenin çarpılmayacağını,bunun bir hurafe olduğunu söylerdi.Taşlardan birindeki 4 ayaklı uzun boyunlu kuş gibi gagası olan ama o gaganın altından dişleri gözüken garip hayvan resmine dokunmak için elini uzattığı anda,garip bir soğukluk ve basınç hissi ile bir an nefes alamadı.sanki hava emilmiş gibi olmuştu bir an için.Korkuyla gözlerini kapadı.Aslında kısa bir andı ama Hasan’a dakikalar gibi gelmişti.Gözünü açtığında biraz ilerisinde az önce orada olmayan iki kişi gördü.Upuzun saçlı bir adam ve kadın.Üzerlerindeki giysiler de tuhaftı kendilerinin hali de.Kadın Hasan’ı görmesiyle birlikte ona doğru yürümeye başladı.Bir yandan da anlamadığı bir dilde ama kulağına müzik gibi gelen bir şeyler söylüyordu.Donakalan Hasan kendisine doğru ilerleyen kadınla adamın ne kadar soluk göründüklerini fark etti.Hiç buraların insanlarına benzemiyorlardı.Gavurlardan olsa gerek bu ikisi diye düşünürken,kadının attığı adımların altında yerdeki otların değiştiğini fark etti.Onlar yürüdükçe otlar büyüyor çiçekler açıyor,toprağın rengi değişiyordu.Kadın elini uzatıp hala anlamadığı o müziksel dilde bir şeyler söyleyerek Hasan’a dokundu.Dokunduğu sol kolu üç yaşındayken davar ezdiğinde kırılan ve eğri kaynayan çolak koluydu.Hasan’ın korkudan büyümüş gözlerinin önünde eğri büğrü kolu düzelip sağlıklı bir kol haline geldi.Dehşete kapılan çocuk
-Aneyyyyyy aneyyyyyyyy çarpıldım valla aneyyyyyyyy…
Diye avazı çıktığı kadar bağırarak sürüsünün yanından geçip köye evine doğru koşmaya başlamıştı bile…
Bunlar da işin yani kurgunun ilham kaynağı olan gazete haberi ve bilimsel bir tez.Hikaye size bitmiş gibi gözükebilir ama aslında bitmedi.Başka bir bölümde de dünyanın başka bir yerindeki kültürlerden alınan bir Tufan efsanesini yine kurgusal olarak okuyacaksınız.
CENNET BAHÇESİ ŞANLIURFA DAMI ?
Alman arkeolog Klaus Schmidte göre kutsal kitaplarda adı geçen Cennet Bahçesi Şanlıurfada
Schmidt “14 bin yıllık Göbekli Tepe, aslında Adem’le Havva’nın yaşadığı ‘Garden of Eden’ olarak anılan kutsal mekan” diyor.Şanlıurfa’da arkeologları şoke edecek düzeyde önemli kalıntıların bulunduğu Göbekli Tepe hakkında çok sansasyonel bir iddia ortaya atıldı. Hayatını buradaki kazılara adayan Alman arkeolog Klaus Schmidt, Piramitler’den 7 bin 500 yıl önce inşa edildiği tespit edilen bu mekanın Kutsal Kitaplar’da adı Garden of Eden ya da “Cennet Bahçesi” olarak geçen ve Adem ile Havva’nın yasak elma ağacının meyvesinden yiyerek kovuldukları yer olduğunu ileri sürdü.
1994’te sürüsünü otlatan bir çoban, Şanlıurfa’nın 15 km kuzey doğusundaki Göbekli Tepe’-de dikdörtgen şeklinde üzerinde oymalar olan taşlar buldu, yetkililere götürdü. İstanbul’daki Alman Arkeoloji Enstitüsü görevlisi Klaus Schmidt, bölgeye giderek incelemelere başladı. Kazılarda şimdiye dek çıkarılan 45 adet T şeklindeki taş anıtın üzerinde yabani domuz, ördek, yılan, aslan, balık ve avcılık yapan insan figürleri var. Daha yüzlerce taş anıtın çıkarılmayı beklediği bölgenin tapınak olarak kullanıldığını tahmin ediliyor.
Uzmanlara göre Göbekli Tepe tam 14 bin yaşında, yani piramitlerden 7 bin 500 yıl daha eski. Schmidt’e göre artık çorak olan Göbekli Tepe, bir zamanlar çok bereketli bir bölgeydi. Ancak insanlık, çevrenin bozulmasına yol açarak bu “cennet”in yok olmasına sebep oldu. Göbekli Tepe’de bulunan taşlar, M.Ö. 8000’de programlı bir şekilde toprağa gömüldü. Bunun sonucu, çobanın üzerinde dolaştığı yapay tepeler oluştu. Bilim adamlarına göre Göbekli Tepe’nin Adem ve Havva’nın yaşadığı Cennet Bahçesi olduğuna ilişkin kanıtlar şöyle:
- İncil’in “yaradılış” bölümünde cennet bahçesinin Asur’un batısında olduğu yazıyor. Göbekli Tepe de burada.
- Cennet Bahçesinin 4 nehirle çevrelendiği, bunlardan ikisinin de Fırat ile Dicle olduğu biliniyor.
- Asur tabletlerinde Beth Eden adlı bir medeniyetten bahsediliyor. Yeri Göbekli Tepe’nin bulunduğu yer tarif ediliyor.
- Tevrat’ta da bahçenin Suriye’nin kuzeyinde olduğu belirtiliyor.
- “Eden” kelimesi Sümerce “ova” anlamına geliyor. Göbekli de Harran Ovası’nın hemen içinde yer alıyor.
01.03.2009 tarihli gazete haberi.
Karadeniz’de 7 bin 500 yıl önce neler oldu?
Columbia Üniversitesinden W. Ryan ve W. Pitman adlı iki bilim insanı otuz yıl süren araştırmalarının sonucunda devrim niteliğinde bir kuram ortaya attılar.
Akdeniz,Ege ve Marmara denizleri son buzul çağının bitiminden itibaren İÖ 12000’de eriyen buzulların alçak havzalara doldurduğu sularla oluşmuştu. Bu erime ve her üç denizin oluşması yaklaşık 5000 yıl sürdü. İÖ 7500’e gelindiğinde su seviyesi bugünkü İstanbul Boğazı’na kadar ulaşmıştı. Boğaz’ın en kuzey noktasında doğal bir baraja benzeyen yüksek kayalık bölgeye kadar yükselme hareketi normal bir seyir izledi. Hemen kuzeyde büyükçe bir göl olan Karadeniz bulunuyordu ve bugünkü büyüklüğünün yaklaşık üçte ikisi kadardı. Ilıman iklimi, zengin bitki örtüsü ve balık gibi doğal kaynakları Karadeniz kıyılarını yerleşim açısından mükemmel kılıyordu.
Boğazı dolduran ve sürekli yükselen su aniden Karadeniz’e taşmaya başladı.Ancak her iki denizin o zamanki su düzeyi hesaplandığında bu taşma katasrofik boyutlarda ve sahil boyunca tüm yerleşimleri etkileyecek önemde olmalıydı.Yaklaşık 15 cm’lik günlük seviye yükselmesi 3-4 ay sürmüş olmalı. Çünkü 2000 yazında yapılan su altı araştırmasına göre eski sahil şeridi bugünkü seviyenin tam 144 metre altındaydı.
Bu araştırmalar sonucu Nuh Tufanı olarak bilinen hikayeye ilk defa bilimsel bir dayanak da bulunmuş oldu. Çünkü katasrofik bir taşkın şeklinde oluştuğu anlaşılan bu su hareketinin sahilde yaşayan tüm nüfusu etkilediği ve kuşaklar boyu anlatıla geldiği düşünülebilir.